Bu çalışmada ana hedefimiz, Yunus Emre'yi esas alarak, geçmiş yüzyıllarda manevî şekillenmemizi sağlayan bir kaynağı incelemektir. İnsanı nasıl algıladık, tabiatı nasıl değerlendirdik, her insanın hayatında karşılaştığı ana sorulara nasıl cevap verdik, hangi manevî amaçlara doğru gittik?... İnsanlarımızın, bu gibi sorular karşısında en çok hangi "ideal insanlar"ımızın cevaplarını benimsediklerine baktığımızda, yüzyıllardan beri (ve günümüzde) bu rehberlerimizden birinin de Yunus olduğu görülmektedir.

As
lında Yunus iyi, güzel, hayırlı bir vesiledir. Allah her an insana şahdamarından daha yakın olarak, insanın içinin de tâ içinde, onu halden hale getirmektedir. Bizi her an "okumakta", değerlendirmekte ve yönlendirmektedir. İnsan da aramakta, düşünmekte ve kendisini ana hakikat denizine bağlayan ışıklı yolu kendi gönlünde bulmaktadır. Yunus ve onun gibi veliler insanın gerçeği görmesinin, kendi gerçeğinden hareketle ana gerçeğe yönelmesinin öğretmenleridir. Yüzlerce yıldan beri Yunus bu öğretmenlerin en iyilerinden biri olmuştur.

"Yunus senin sözlerin mânâdır bilenlere
Söyleniser sözlerin devr-i zaman içinde" (120)

Yunus büyük bunalımlar geçirmiş, Hakk'ı aramış, Hakk'ı bulmuş, zamana ve mekâna hâkim olmuş, Allah'ın yarattığı "cümle yaradılmışa bir göz ile"
bakmış; kin, kıskançlık, kavga, zulüm gibi didişmelerin boşuna olduğunu anlamış ve sevgi ile gönül birliğini sağlamaya çalışmıştır. Bu idealler zaman ve mekân üstü olduğu için, Yunus'un çağrısı, her zaman bütün gönüllerde yankılanmıştır.

Yunus'u değerlend
irirken sık sık Kur'ân ve hadislere dayanılmıştır. Çünkü Yunus'un geldiği kaynak orasıdır. Onu, dinler dışı bir şair veya o dönemde Anadolu'da yaygın din İslâm olduğu için tesadüfen islâmmış gibi gösterenler, hattâ İslâma karşı gösterenler büyük bir hata içindedirler. "Kur'ân okuyan kendi kendi Kur'ân içinde" diyen Yunus, âdeta Kur' ân'ın içinden çıkıp gelmiştir. Yunus'un şiirlerinde söylenen aslında Kur'ân'ın ta kendisidir.

"Yunus'un sözü şiirden, ama aslıdır Kitaptan
Hadis ile dinenekey, bilgil sâdık olm
ak gerek." (79)
ve
"Gâyip işin kim bilir, meğer Kur'ân ilminden
Yunus içti esridi ol gevher denizinden." (109)

dizeleri, Yunus'un ancak İslâm olması sayesinde o hakikat denizine ulaşıp Yunus olduğunu gösteriyor. Bu nedenle sık sık, çalışmanın gerekli yerlerine bu berrak denizden damlalar serpiştirdik. Çalışmada Yunus'un şiirlerini divân şeklinde yayınlayan çeşitli eserler kullanıldı. Ancak sayfa numaraları, oldukça eski nüshalardan birinin orijinali ve Risâletü'nNushiyye ile birlikte yayınlandığı için Abdü
lbâki Gölpınarlı'nın yayınından (1965) gösterildi.

Şiirlerde bazı söyleyişler vardı ki, onların Divânlardaki orjinal şeklini kullanmak, anlamayı zorlaştıracaktı. Zaten bunlar orjinal tespit değil, Yunus'tan çok sonra, ozanlar ağzında söylenildiği şekilde
bir tespit idi. Günümüzde de Yunus'un şiirleri, gene anlatımı bozmayacak şekilde söyleyiş değişikliklerine uğratılıyor. Çalışmamız şeklî bir dil çalışması değil, bir anlam çalışması olduğu için, anlamı ve vezni bozmadan bazı söyleyişlerdeki harfleri günümüzdeki söyleyişe uygun şekle getirdik. Buradaki yardımlarından dolayı Türk Dili doçenti Dr.Gürer Gülsevin'e, metni okuyup ifadelerin daha anlaşılır olması noktasında uyarılarından dolayı Doç.Dr. Sebahattin Arıbaş, Dr. Şenay Işık Yapıcı ve Mürsel Arıcı'ya teşekkür ederim.

Bundan sonra mutasavvıfların eğitim görüşleri üzerine, Yunus ve Mevlâna dışındaki mutasavvıflarımızı esas alan bir çalışma daha yapmak istiyoruz. Bu çalışma ile tasavvuf ve eğitim kısmı tamamlanan Türk eğitim tarihinin medrese ders kitaplarına yönelmek niyetindeyiz.

Ancak bu çalışmalar tamamlandıktan sonra, yüzyıllar boyunca nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizi net olarak ortaya koyabileceğiz sanırım.


Yazıyı okurken aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekebilir:

1) Kur'ân-ı Kerim'de
âyetler gösterilirken / işaretinden önceki numara sûre, arkadaki numara (veya numaralar) âyetleri göstermektedir.

2) Şiir sonlarında veya bazı şiirleri açıklayan metin içindeki numaralar, Abdülbaki Gölpınarlı'nın yayınladığı Risâlat al-Nushiyya ve Divân (
1965) adlı eserdeki sayfa numaralarıdır.

3) Çalışmada kullanılan başlıca kısaltmalar şunlardır:

a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale.
EAGD: Eskişehir Anma Günleri Dergisi
TDEA: Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Yayın Kurulu.
UYNKT: Ulus
lararası Yunus Emre Nasrettin Hoca, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Türk Dili Semineri Bildirileri. 10-12 Haziran 1977. Konya Mevlâna Enstitüsü. Ankara: Konya. Turizm Derneği Yay. 1977.

1. YUNUS EMRE'NİN HAYATI VE ŞAHSİYETİ ÜZERİNE

20. yüzyılda âdeta yeniden keşfedilen; şairlerimize, yazarlarımıza, müzisyenlerimize yeni bir ilham kaynağı olan; barış ve sevgi şairi Yunus Emre'nin hayatında bilinen ve bilinmeyen çok şey vardır.

Bildiğimiz, Türk halkının onun şiirlerini ve şahsiyetini çok beğenmesi, hayatı hakkın
a birçok söylentiler ortaya çıkması ve mezarına birçok yerde sahip çıkılmasıdır. İyice bilmediğimiz ise onun gerçek hayatı ve şiirlerinin orijinal şeklidir.

Yunus Emre, 13. yüzyıl sonları ile 14. yüzyıl başlarında yaşamıştır. Doğum-ölüm tarihleri üzerinde
fikir yürütmemize yarayan bir kaç veri bulunuyor.

Birincisi Risâletü'l-Nushiyye'deki 707 (1307) tarihidir. Çoğu araştırmacılar bunu, Risâle'nin yazılış tarihi olarak kabul ederken, bazı araştırmacılar (H. İlaydın gibi) Yunus'un tasavvuf yoluna giriş tar
ihi olarak yorumlamaktadırlar.

İkinci veri, A. Erzi'nin İstanbul Bayezıt Devlet Kütüphanesi'nde bir yazma içinde bulduğu ve Yunus Emre'nin 720 (1320) yılında 80 yaşında öldüğü şeklindeki kayyıttır. Buradan hareketle yaygın olarak Yunus Emre'nin doğum ve
ölüm tarihlerinin 1240-1320 olarak kabul edilmesine karşılık, bunu 30-40 yıl geriye kaydıran tahminler de vardır. Bu kaydırma, onun Sultan Orhan devrinin şailerinden olduğu şeklindeki Âşık Paşazâde iddialarını doğrularken, Yunus'un bazı şiirlerinde söylediği Mevlâna (ölümü 1273) meclisinde bulunduğu ifadelerini zayıflatmaktadır. Divân'daki şiirlerden edindiğimiz havaya göre, bu 30- 40 yıllık geriye kaydırmanın doğru olmadığı kanaatine varıyoruz.

Yunus'un, nerede doğup nerelerde yaşadığı, nerede ölüp nerede
gömülü oduğu hakkındaki bilgiler daha da çeşitli ve karışıktır.

Bektaşi Velâyetnameleri, onu, Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy'lü olarak gösterirken; Şakâyık-ı Numâniye, Bolu'lu olduğunu iddia ediyor ki, bu iki yöre birleştirilerek Yunus'un büyüyüp yet
iştiği yerler olarak kabul edilebilir.

Ancak mezarı hakkında, birbirinden bir hayli uzakta çeşitli yerler işaret edilmektedir. Bunlar üzerine, her yöre kendilerince haklı çeşitli deliller sergilemektedirler. Yunus Emre'nin mezarının olduğu iddia edilen y
erler şunlardır: Sarıköy (Eskişehir), Karaman, Bursa, Çayköy (Afyon-Sandıklı), Tuzcu (Erzurum), Keçiborlu, Kula-Salihli arası, Aksaray, Ünye, Sivas, Tire, Kırşehir, Bolu, Uluborlu... Elbette Yunus bu yerlerden birisinde yatmaktadır ve diğerleri birer "makam"dır. Şu anda Eskişehir Sarıköy'deki türbesi yeniden düzenlenmiş ve her yıl törenlerin yapıldığı bir merkez haline getirilmiştir.

Yunus'un hayatı hakkında birçok efsaneler ve çağdaş yorumlar vardır. Bu efsanelerin büyük kısmı Bektaşi Velâyetnamelerinden
kaynaklanıyor. Uzun Firdevsî'nin Bektaşi Velâyetnamesi'ndeki bu efsaneler üzerine oluşturulmuş roman ve filmler bulunmaktadır. Buna göre Yunus, Sarıköylüdür. Sert geçen bir kış mevsiminde Hacı Bektaş Dergâhından buğday istemeye gitmiştir. Orada tasavvuf yoluna girmiş, ama bir soruya ters cevap verdiği için, Hacı Bektaş'ın yanında değil, Tapduk Baba Dergâhı'nda yetişmesi uygun görülmüştür. O dergâhta yetişmesine dâir de birçok menkıbeler vardır. Bu menkıbeler onu Alevî-Bektaşî geleneği içinde gösterir. Birçok araştırmacının ilk başta bu iddiaya kanmasına karşılık, şiirleri üzerindeki araştırmalar derinleştirilince, onun, Mevlâna geleneğine bağlı veya Halvetî tarikatından bir şâir olduğu iddiaları ortaya atılır. Aslında onun eserleri incelendiğinde, bağımsız, kendi tarzında bir mutasavvıf-şâir olduğu, bir tekkede Tapduk Emre'nin tasavvufî görüşlerini anlattığı görülür. Onun bir Ahi şeyhi olduğu, Selçuklular ve Beylikler dönemi siyasî kargaşalarına, o sırada yeni oluşmakta olan Anadolu Feodalizmine karşı pasif direniş gösteren bir ozan olduğu iddiaları da vardır.

Onun mensup olduğu tasavvuf silsilesini tam olarak ortaya koyamıyoruz. Şeyhinin Tapduk Emre olduğu, ondan feyz alıp onun öğretisini yaydığını şiirlerinde net olarak görüyoruz. Bir şiirinde

"Yunus'a Tap
duğ u Saltuğ u Barak'tandır nasip"

mısraı bize bir erenler zinciri veriyor. Buna göre Yunus, Barak Baba, Sarı Saltuk, Tapduk Emre silsilesi içinde yetişmiştir. Barak Baba'nın Hacı Bektaş Veli'nin yanında veya Mevlâna müritlerinden Seyyit Mahmud Hayrânî'n
in yanında yetiştiğine dair farklı görüşler vardır. Onun şiirlerinde Mevlâna'nın adının birkaç yerde geçmesine karşılık Hacı Bektaş Veli'nin adı hiç geçmez.

Şiirlerindeki ana temalar, kullanılan kavram ve deyimler, ana söyeyiş biçimi de Bektaşi nefeslerin
den farklıdır. Onun Ahmet Yesevî tarikatından olduğuna dair de elimizde hiçbir belge yoktur. Ancak Ahmet Yesevî ile benzerliği, toplumda üstlendikleri eğitici roller açısındandır.

Bu şekliyle Yunus Emre, ilâhî bir sır gibi, hem çok açık ve coşkulu bir şek
ilde ruhumuzda coşup söyeyen bir şair, hem de fani yönünü, maddî yönünü zaman ve mekân içinde ustaca silmiş bir velidir. Adeta maddî yönünün olmadığını vurgulayan, insanların bu perdeyi aşıp kendi özünü görmelerini isteyen, manevî olarak yaşayan bir veli!..

Yunus Emre'nin elimizde iki eseri vardır: Divân ve Risâletü'n-Nushiyye.

Yunus Emre Divânı, kendisinin vefatından çok sonra meydana getirilmiş intibaını veriyor. Sonradan düzenlenmiş bu esere "Yunus" mahlaslı birçok başka şâirin de şiirleri katılmıştır,
birçok da yazım hataları olmuştur. Aynı durum, gönümüzdeki Divân baskılarında da gözükmektedir. Yunus Emre Divânı'nın bu günkü inceleme ve yayınlara temel olan en eski nüshaları Fatih, Raif Yelkenci, Ritter, Nuruosmaniye, Yahya Efendi, Bursa, Hacı Bektaş ve Karaman nüshalarıdır. Bu divânlardaki şiirlerin Yunus Emre'ye ait olmayanlarını ayıklamak ve söyleyişleri Yunus'un orjinal söyleyişine yaklaştırmak, Yunus'un henüz keşfedilmemiş şiirlerini ortaya çıkartmak, bir komisyon çalışmasını beklemektedir. Yayınladıkları Divânlarda Yunus Emre'ye ait olmayan şiirleri ayıklayıp onları ayrı bir bölümde veren A. Gölpınarlı ve F. K. Timurtaş'ın tasniflerindeki bazı şiirlerde kuşkularımız vardır. Bu nedenle tenkitli bir Yunus Emre Divânı için, Kültür Bakanlığı'nın bir komisyon kurarak hemen çalışmalara başlaması gerekir.

Yunus'un diğer eseri Risâlet'ü-Nushiyye'dir. Bu, oldukça kuru ve edebî bakımdan özensiz yazılmıştır. Bize göre, âdeta bitmemiş bir çalışma görünümündedir. Ancak, belli bir ana plân dahilinde hazırlanmış
, oldukça didaktik bir eğitim eseri, bir nasihatnamedir.

Yunus, bir İslâm mutasavvıfı, bir velidir. Gerçi tekkesi, tarikatı, müritleri yoktur ama Hakk'tan yana, sevgiden ve hoşgörüden yanadır. "Devr-i zaman içinde" herkes onun şiirlerini söylemiş, onun ta
rzını taklit etmiştir; çeşitli toplantılarda onun veya onun tarzında yazılmış şiirlerin ilâhi biçimindeki besteleri okunmuştur. Yunus Emre bugün de romancılarımıza, şâirlerimize, tiyatro yazarlarımıza, bestecilerimize ilham kaynağı olan; Türk halkını inceden inceye sevgi ve hoşgörü yolunda gerçeklik kaynağına akıtan bir velidir. O, tasavvufun en üst kademelerine kadar çıkmış, Hallacı Mansur'un dediklerini hiç kimseyi incitmeden, kışkırtmadan defalarca söyemiş ve söyletmiş; Beyazıt-ı Bestâmî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna, Sadrettin Konevî düzeyinde ince ve yüksek fikirleri en azından onlar kadar açık ve net bir şekilde ifade etmiştir.

Yunus Emre, 12 ve 13. yüzyıllar Anadolu'sunun manevî mimarlarındandır. Bir yandan Haçlı seferlerinin düzenlendiği, bir yandan M
oğol askerleri, İranlı vezirler elindeki Selçuklu askerî birlikleri ve çeşitli halk isyanlarının Anadolu halkı arasında kin, nefret, düşmanlık tohumları ektiği, bezginlik, bıkkınlık verdiği bir dönemde Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram, Karaca Ahmet, Ahi Evren, Âşık Paşa, Baba İlyas gibi velilerle beraber Yunus Emre de halka birer ışık olmuşlar; onları gerçeği daha "gerçek" algılayarak birbirlerine, zamana ve mekâna hoşgörülü olmaya alıştırmışlardır. Bu kişiler yüzyıllardan beri değişmeyen Anadolu insan yapısına yeni bir ruh ve şekil veren erenler olmuşlardır.

Ancak sevgi ve hoşgörüye dayalı şiirleriyle Yunus Emre'yi sadece yaşadığı devrin bir ürünü saymak hatalı olduğu gibi; onu, o zamanki dinleri ortadan kaldırmak isteyen, Tanrıdan çok insana inanan;
yoksulların, ezilmişlerin, çaresizlerin protestocu bir şairi olarak görmek de yanlıştır.

Yunus, bir İslâm velisidir ve İslâma inanmayan, İslâmı bilmeyen bir kişinin Yunus'u gerçekten anlayacağına inanmak güçtür. Ama İslâm olmayan, hattâ ateist olan kişi
lerin bile onun sevgi pınarında birleşmeleri, oradan kana kana içmeleri, rahatlamaları, dünyaya kinsiz, nefretsiz bakmaları dahi Yunus'un velilik gücünün "devr-i zaman içinde" ve zamanı aşan etkisine bir delildir.

O, sevgi ve hoşgörü sahibidir. O, Allah'ı
ve Allah'ın yarattığı her şeyi sever. Allah'ın birliğine gerçekten inanmıştır ve hiçbir varlığı, hiçbir olayı, hiçbir inancı, hiçbir insanı Allah'ın birliği dışında tutmaz. Her şey Allah iradesiyle, Allah tarafından yürütüldüğüne, bütün varlıklar ve olaylar sadece birer vesile olduğuna göre, evrende herhangi bir şeyi sevmemek, Allah'ı sevmemek demektir. Kin tuttuğuz Allah'tır, yerdiğiniz, çekiştirdiğiniz, alay ettiğiniz Allah'tır. Evrendeki herşeyi huzur içinde karşılamak, inanmış bir müslüman olarak Allah'ın kendisini iyi şeylere vesile etmesi için dua etmek; ama kötü şeylerle karşılaşılırsa, başına kötü şeyler gelirse bunların Allah'ın takdiri olduğunu bilmek, daha sonraki sonuçlarını sabırla beklemek, bencillikten kurtularak olayları gönül gözüyle, Hak gözüyle değerlendirmek... İşte Yunus Emre'nin sevgisi, hoşgörüsü buradan gelir. Onu başka kaynaklara, başka akımlara çekmek hoşgörüyle karşılanabilir, ama doğru değildir.

2. YUNUS EMRE'NİN İNSAN VE EĞİTİM ANLAYIŞININ DAYANDIĞI TEMELLER

Yunus Emre, İslâm tasavvuf geleneği içinde yetişmiş bir kişi ve onun en yüksek mertebelerine ulaşmış bir velidir. Bu nedenle Yunus Emre'nin İslâm tasavvuf geleneği içindeki yeri ayrıntılarıyla incelenmeye başlanmadan önce, İslâm tasavvuf geleneğinin ana esasları üzerinde kısaca durmak gerekir.

İnsan, Allah'ın bu dünyadaki halifesidir (Kur'ân-ı Kerim 2/30, 31/20). Aslında zaman ve mekân içinde yaratılmış ve yaratılmakta olan her şeyin gayesi insandır. Daha önce birçok varlıklar yaratılmıştı; ancak bunlar hürriyeti ve iradesi o
lmayan, dolayısıyla kulluklarının anlamı bulunmayan varlıklardı. Sadece kendilerine verilen bilgi ile kendilerini verilen görevleri yapıyorlardı. Bu safhada Allah insanı yaratmaya karar vermiştir. Buna, o zaman en yüksek seviyede yaratılmış, en bilgili varlıklar olan melekler karşı çıkmıştır. Ama Allah insanı yaratmış, onu terbiye etmiş ve meleklerle birlikte bir de imtihan yapmıştır. İmtihandan meleklerin çekilmesi üzerine de "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" diyerek (Kur'ân-ı Kerim 2/30) insanın yaratılmasında çok büyük hikmetler olduğunu belirtmiştir.

Allah'ın balçıktan yaratıp kendi ruhundan ruh verdiği (Kur'ân-ı Kerim 15/28-31) insan, eşi ile birlikte Cennet'e konmuş ve kendisine bazı sınırlar çizilerek tekrar bir imtihana tabi tutulmuştur. Anca
k İblis'in kışkırtmalarıyla insanın istek ve arzuları bu sınırı geçmiş ve imtihanı kaybetmiştir. İlk imtihanda Âdem'e karşı sınanmaktan çekinen meleklerin başı İblis, bilgisi ve varlığıyla gururlanıp Allah'a karşı geldiği için tamamen lânetlenmiştir. Cennet'teki imtihanı kaybeden Âdem, ilk imtihanda İblis'in düştüğü hataya düşmemiş; hemen tövbe etmiş, sınırı aşarak kendi nefsine zulmettiğini kabul etmiştir. Bu tövbesi için lânetlenmemiş ama hayatı sınırlanarak, bilgisi zamana ve nesillere dağıtılarak biribirine düşman gruplar halinde, İblis'le bereber dünyaya gönderilmiştir.

Bu dünyaya özel bir görevle gönderilen ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insan, aynı zamanda büyük bir emanet yüklenmiştir (Kur'ân-ı Kerim 33/72). Bütün zamanlar içinde, yâni Hz. Â
dem'den Kıyâmet gününe kadar yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanlarla Allah arasında bir akit yapılmış; Allah'ın "Ben, Rabbiniz değil miyim?" ("Elestü bi Rabbiküm?") sorusuna "Evet" ("Belâ!") denmiştir (Kur'ân-ı Kerim 7/l72-173). İlk insandan son insana kadar herkes bu sözleşmenin içindedir. Her insanın doğuştan getirdiği benliğinde bu sözleşme vardır. Kıyâmet günü herkesten, kendisine verilen ilâhi emanete uygun davranıp davranmadığı sorulacaktır (Kur'ân-ı Kerim 24/65,25; 16/95; 2/27; 15/29). Her insan doğuştan, Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir.

İnsan, Allah ile yaptığı bu akti unutmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 20/115;2/ 27-28; 17/34; 32/14; 59/19). Ancak o gene de kendi aslı olan Allah katından uzak düştüğünü, araya perdeler girdiğini, hür o
lmasının ancak ana kaynağa dönmekle mümkün olacağını bilmekte ve aradaki ayrılığı kaldırmak istemektedir.

Allah sınırsız hürriyet sahibidir; insan ise bu dünyada duyu organlarıyla sınırlandırılmıştır. Nefsin azgın istekleri de insan davranışlarını esir e
tmiştir. Bu dünyadan ve nefsin esaretinden kurtulabilirse, hür olarak asıl kaynağa doğru yol alabilecektir. En güzel kıvamda yaratılan (Kur'ân-ı Kerim 95/1-5) ve aşağıların en aşağısına inebilen insan; rüzgârda uçan başıboş bir yaprak gibi hevesleriyle hareket eden biri olmamalı (Kur'ân-ı Kerim 6/116; 2/30), Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak (Kur'ân-ı Kerim 18/54), varlığının en çetin savaşını verip (Kur'ân-ı Kerim 2/30) Allah'a ulaşmalıdır.

Allah ile insan ayrıdır; ancak bu ayrılık Allah'ın bizden ayrılığı değildir. O, insanın yaptığı ve düşündüğü herşeyi biliyor ve ona şahdamarından daha yakındır (Kur'ân-ı Kerim 50/16; 58/7). İnsan ise ondan perde perde uzak kalmıştır. İnsanın onu görmemesinin ana sebebi, onun insana çok fazla yakın, hattâ insan benliğinin ulaşılması çok zor derinliklerinde olmasıdır. Uzaklık gibi, çok fazla yakınlık da bir perdelenme yapmaktadır (Ali el-Havvas).

İnsanlar için bu dünya bir imtihan yeridir. Bu, hayat boyu süren bir imtihandır ve insan "biraz korku, biraz açlık, ve bira
z da mallardan, canlardan yana eksiltmeyle" sınanacaktır (Kur'ân-ı Kerim 2/155; 29/2-3; 47/31). Bu imtihan çok değişik yollarla yapılır (Kur'ân-ı Kerim 28/5; 17/16; 29/13; 8/28; 20/40; 21/35; 38/34). Bu imtihan başarılmadan da Cennet'e girilemez (Kur'ân-ı Kerim 3/142). Mutasavvıflara göre bu savaşta başarılı olmanın yolu tasavvufî yaşayıştır

Tasavvuf, Kur'ân-ı Kerim ve sünnette gösterilen yollar demektir. Gerçi bütün varlıklar ve bütün olaylar bizi Allah'a götürecek âyetlerdir. Hattâ insanın iç dünyasında
olup bitenler de birer âyettir (Kur'ân-ı Kerim 51/20-21; 41/53; 3/190). Ancak Kur'ân insanlara zaman ve mekânlar üstü olarak indirilmiş, hem çok açık hem de ulaşamayacağımız kadar derin anlamları olan ilâhî bir Kitap'tır. Hz. Muhammed de, ilk insandan son insana kadar en seçkin, en yüce kişi ve Allah'ın yeryüzündeki elçisidir. Göğsü açılıp genişletilmiş (Kur'ân-ı Kerim 94/1-2) ve "âlemlere rahmet olarak" gönderilmiştir (Kur'ân-ı Kerim 21/107). O, sadece yeryüzüne değil, Mir'ac olayıyla bütün evrenlere peygamber olarak arz edilmiş, Allah'a o kadar yaklaştığı halde, nasıl gittiyse öyle gelmiştir. Oysa varlık sırlarını aşarak Allah'a biraz yaklaşan velilerin büyük çoğunluğu Allah'ın aşkıyla deli-divâne olmuşlar, taplumdan uzaklaşmışlar, "Ene'l-Hakk" ("Ben Hakk'ım!") duygularına kapılıp bunu açıklamışlardır. Hz. Muhammed ise sürekli yükselmiş ve yükseldikçe eski hallerine ve davranışlarına tövbe etmiş, Allah'a en çok yaklaşan kişi olduğu halde insanları aydınlatma görevini sürdürmüş, ideal bir insan olarak yaşamıştır. Dolayısıyla tasavvufun ideal davranışı, Hz. Muhammed'in sünnetidir. Evrenlerin içinde varolmakta olan bütün haller Allah'ın eseridir. "Allah, hem bizi hem de yapmakta olduklarımızı yaratmaktadır" (Kur'ân-ı Kerim 37/96). Her işte ona dayanmalı, ona güvenmelidir

2.1. Allah gerçeği

"Muhammed Hakk'ı bildi, Hakk'ı kendinde gördü
Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi" (145)

İslâm dininde ve ona en sadık yaşayış yolu olan tasavvufta Allah'ın zatını, özünü bilemeyeceğimiz; duyu organlarımızın ve aklımızın buna yeterli olmadığı gerçeği kabul edilir ve "Allah'ın zatı üzerinde fazla düşünmeyiniz" hadisi rivayet edilir. Allah, Mevlâna'nın deyişiyle, hiç aklımıza gelmeyecek şey, hiç düşünemeyeceğimiz şey yok mu; işte odur. Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız
Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. İnsan, Allah ile diğer varlıkların tam ortasında, daha doğru deyişle, Allah'ın yarattığı bütün diğer varlıkların üzerindedir. Dolayısıyla insan hem maddî hem de manevî yönden Allah'ı rahatça bilebilir. Ancak bu bilme, bir ünsiyet kurma halinde düşünülürse, hiç kimse Allah'ın zatıyla ünsiyet kuramaz; ancak onun yarattığı varlıklar ve olaylarla ünsiyet kurabilir (Ali el-Havvas). Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

Bu dünyadaki insan Allah'tan ayrılmış, araya kat kat perdeler girmiştir. Ama bu ayrılık in
san açısındandır ve psikolojik bir ayrılıktır. Yoksa, Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir. Yunus, bu gerçeği şöyle ifade ediyor:

"S
en hod bize bizden yakın görünmezsin hicâb nedir?
Çün aybı yok göklü yüzün, üzerinde nikâb nedir?" (58)

"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır." (66)

"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Ay
nadır görenlere ol gönüller içinde." (122)

Allah'a inanmayan insanlar için evrendeki her şey, bütün varlıklar ve olaylar, zaman ve mekân, hattâ insanın kendi nefsi bile birer perde, birer engeldir. Bu perde ve engelleri bizi Allah'a ulaştıran yollar halin
e getirmemiz için inanmamız gerekir. Aslında Hallâc-ı Mansur'un deyişiyle "Hakk gizli değildir; perde arkasında kalan sadece mahluklardır, halkdır". Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:

"Yunus'tur eşkere nihan,
Hakk doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?" (55)

İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, kendi gerçeklerini insana açıp gösterdikçe insanlar kendilerini o sanırlar. Bu hataya mutasavvıfla
rın çoğu düşmüştür. Bu dünya bir sebepler silsilesi halinde yaratılmıştır. Yoksa canlı varlıkların ve özellikle insanların, biraz sonra ne olacağını bilmedikleri, bir sürü "bilinmezlerle" dolu bir dünyada kendi hür iradelerine göre yaşamaları mümkün değildir.

Zaten Allah'ın saçma bir evren yaratması da düşünülemez. Evrende her şey, akıllı insanların birçok anlam çıkaracakları bir mantıkî dünya ve sebepler zinciri halinde her an yaratılmaktadır.

Biz sadece sebepleri görüyoruz; sebepleri yaratan Allah'ı g
öremiyoruz. İnsan sebeplerden hareket ederek Allah'a gitmelidir. Yoksa sebepleri büsbütün görmezlikten gelirsek bâtılın kucağına düşeriz. Büsbütün sebeplerin içinde bağlı kalırsak, sebepleri yaratan Allah'ı göremeyiz (Bunân b. Muhammed el-Hammal). Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah'ın zatı ve manevî yönleri devamlı gizli kalmakta, eserleri ve maddî yönleri de devamlı açılıp genişlemektedir. O. "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. İnsanlar duyu organlarıyla varlıkları ve olayları görürler, maddî varlıklarını buradan çıkardıkları sebep-sonuç bağlantısına göre idare ederler. Ancak bir de sebeplerin gerisi, varlıkların ve olayların anlamı, ruhu vardır ki, bunun bilgisi insana açıkça verilmemiştir. Ruh, Allah'ın emrindedir (Kurân-ı Kerim 18/85). İnanan, çevresine basiretle ve akılla bakan insanlar anlamlara ulaşabilirler. Allah da "Artık üzerinden perdeyi kaldırdık, şimdi gözün keskindir" (Kurân-ı Kerim 50/22) buyurmaktadır.

Başlangıçta;

"Yunus bu göz onu görmez, görenler hod haber vermez
Bu menzile akıl ermez, bu koduğun serap nedir?" (58)

diyen Yunus, daha sonraları da şöyle demektedi
r:

"Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm,
Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokdurur." (62)

"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen
Ne havsala ola bende yahut ona lâyık basır." (63)

"Bu benim gönlüm alan, doludur cümle âlem
Kancaru bakar isem onsuz yer görimezem." (93)

Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir ruh, bir nur halinde bulunmaktadır. O, her an, her yerde tecelli etm
ektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Hattâ bu evren, bu zaman ve mekân onun gücünün ve eserlerinin küçük bir damlasıdır. Şöyle diyor Yunus Emre:

"Ne
dünya, ne âhıret, ne Kaf u ne Kef
Bunlar katre, derya melekûtun var." (61)

"Bir halayık aydur bana, sakla onu can içinde
Bir zerresi yüzbin cihan, ayıt nice sırreyleyem?" (103)

Her şeyde kendini hem gösteren hem de gizleyen Allah'a ulaşma yolunda, şeki
ller önemli bir engelleyicidir. André Gide de, "Dünya Nimetleri" adlı eserinin başında şöyle diyor:

"Natanael, Allah'ı bütünden başka yerde arama! Her varlık Allah'ı işaret eder, lâkin hiçbiri onu âyan etmez. Kendisine bağlandığımız her varlık bizi Allah'
tan uzaklaştırır."

Bütün mutasavvıflar gibi, Yunus da şekilleri, renkleri, kokuları tek tek parçaları aşmak, mânâ bütününe ulaşmak ister.

Varlığın sırrını çözen Yunus, varlıktan kurtulur, hattâ Cennet ve Cehennem'i bile, öte dünyada bedenin ödüllendirilm
e ve cezalandırılma yeri gibi, nefsanî şeyler olarak görür ve bunlardan kurtulduğunu ilân eder(6).

"Sensin benim cânım cânı, sensiz kararım yokdurur
Uçmak'ta sen olmazısan vallah nazarım yokdurur." (62)

"Sekiz Uçmağın hûrisi eğer bezenip geleler
Senin se
vginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye."(40)

Gerçeğin içinde var olan Allah'tır. Gerçek, içinde Allah olduğu için gerçektir. Tabiat, bizi Allah'a kavuşturan yollardan birini gösterir. Tabiatta madde ile ruh içiçedir ve Allah'ın takdir ettiği bir süre iyic
e kaynaşmıştır. Bu birliği anlayarak Allah'a ulaşmak, daha emin, daha sağlam temeller üzerinde olur. Bu şekilde ilim, Allah'ı daha iyi tanımak için bir vasıtadır. Zaten ilmin üstünlüğü de buradadır (Süfyan es-Servî). Allah'ı evrenden ayrı göremeyiz; evrendeki her şey Allah'ın özelliklerinin bir parçasıdır. İnsanın Allah'a imanının ilk şartı, tabiat kanunları ve yaratılış içindeki Allah'ın tecellilerini bilmek, bunları bütünleştiren Allah'ın azametini tanımak, ona sığınmaktır. Yunus'un şu deyişlerine bakalım:

"Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?
Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır."(66)

"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz." (68)

"Çün ki gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum
biliş
Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk."(73)

"Nereye bakarısam dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri?" (200)

İnsan gerçeğe ulaşmak için tabiat varlıklarını basamak yapacaktır. Bu tabiat içinde görülen her şey Allah'ın kuvvet ve irades
inin bir parçasıdır. Kaldı ki -Batılı panteist filosofların zannettikleri gibi- Allah, tabiat determinizmi içinde hapsedilmiş de değildir. Bu evrendeki tabiat kanunları onun yaratabileceği mümkün oluşların sadece bir kısmıdır. O, evrene her an hakim ve olayları istediği gibi yönlendirmekte hürdür. Allah hürdür ve sonsuz hayat kaynağıdır.

Âyete'l-Kürsi'de Yüce Allah kendisini şöyle anlatıyor: "Allah'tan başka Tanrı yok, ancak o dâima yaşayan, dâima duran, tutan hayyu kayyum o. Ne gaflet basar onu ne uyku. G
öklerdeki ve yerdeki hep onun (...) Onların önünde ne var, arkalarında ne var, hepsini bilir; onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilâhisinden hiçbir şey kavrayamazlar (...)" (Kur'ân-ı Kerim 2/255).

İslâma göre evrendeki varlıklar olmuş bitmiş d
eğil, her an olmakta olan bir imkânlar dizisidir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; zaman ve mekân her an yaşamakta ve Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Fert insan için de, zamanın geçmiş ve gelecek boyutlarına sıkışmadan, anlamı olan şu içinde yaşadığımız zamanı (an, dem) değerlendirmek önemlidir. Olup bitmiş donuk bir şey yoktur, her şey müthiş bir dinamizm içindedir. Bu dinamizm de statik bir bilgi ile değil, dinamik bir bilgi ve oluşa aktif olarak katılmakla anlaşılabilir. Her şey her an olmaktadır, bu nedenle statik kalan hiçbir şey yoktur. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).

İnsanın da bu oluşa doğru, iyi ve güzel hareketler yapan bir kul ol
arak, her an katılması gerekir. Bu nedenle İslâm tasavvufu kendi üzerine dönük bir düşünce olarak kalmamış, önce düşünce oluşa yönelip "niyet" olmuş, daha sonra da niyetler fiile, hareket ve davranışa dönüşmüştür.

Allah, statik bir varlık değildir; O, her
hareketin en içinde, onu yönlendiren ve yayan güçtür. Öyleyse bir kenara çekilip sürekli tabiat ve olayları seyirde kalamayız. Bu nedenle mutasavvıfların çoğu tasavvufta bir kademe olan "varlıkta, Allah'ı seyretmek" safhasını geçmiş, Allah'ın yaratmakta olduğu "oluş" içinde, "isteyerek" ve onun koyduğu hudutları aşmadan, doğru hareket ve davranışlar göstermeye çalışmışlardır. Allah'ın her an, tabiatın her yanından ortaya çıkan ve apaçık olan bu muazzam tecellisi karşısında halvete ve uzlete çekilmek sürekli olamaz. Allah'ın tecellisi, en iyi olarak oluşa katılmakla anlaşılır.

Allah mutlak güzel ve mutlak iyidir. Zaten hakikatte yalnız güzellik ve iyilik vardır; çirkinlik, kötülük, eksiklik hep bizim kusurlu algılama ve değerlendirmelerimizin sonucudur. All
ah'ın yaratışı tam mükemmeldir, hiçbir çatlağı yoktur (Kur'ân-ı Kerim 67/3). "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir." (Kur'ân-ı Kerim 4/79). Yunus sûresinde de (27. âyet), kötülükleri insanın kendisinin kazandığı belirtiliyor. O halde, tabiatta kötü olan bir şey yoktur; onların kötü, pis ve haram olmaları insanların yanlış kullanımı ve değerlendirmelerinden dolayıdır. Tasavvuf, insanları, eşyaya ve tabiata Allah'ın gözüyle bakmaya çağırır. O zaman görüş hatalarımız düzelir; herşeyi dosdoğru görmeye başlarız. İnsan, karmaşıklığı ve kötülüğü kendi yaratır. Tasavvuf, güzel görme eğitimidir. Çünkü görülen her şeyde Allah vardır ve kusur, günah insanın bakışından doğmaktadır. Yunus'un şu sorusuna kulak verelim:

"Lehv üzere ki
mdir yazan, azdıran kim, kimdir azan?
Bu işleri kimdir düzen, bu suale cevap nedir?" (58)

"Bu işleri sen bilirsin, sen verirsin, sen alırsın
Ne ki kıldım sen bilirsin, ya bu soru-hesap nedir?"(58)

Belli bir safhadan sonra Yunus, bu sorularına bir cevap
bulmuştur.

"Cümle âlemin üstüne hayrı şerri saçan sensin
Hışm u rahmet havaledir kendi aslına katmağa." (129)

"Yüzbin eğer cevr ü cefa uğrarısa sûretime
Hiç eksilmez şadılığım, cümlesin yur seni sevmek."(78)

Çevreye bakıldığında Allah'ı görebilmek insa
na büyük bir huzur verir. İnsanda Allah'a karşı bir aşk başlar. Her varlığın en küçük zerresinden en büyük davranış ve hayallerine kadar her şeyde Allah görülmeye başlanınca, insan iç tecrübeye, kendi içine, kendi özüne döner. Kendisini de Allah'ın yönlendirdiğini, her şeyin temelinde onun olduğunu hisseder ve bazen onunla bütünleşmiş gibi olur. Yunus'ta bu keşfi en açık şekilde görüyoruz:

"Yunus, kim öldürür seni, veren alır gene canı
Bu canlara hükmedenin kim olduğun bildim ahi." (141)

"Allah benim ded
iğine vermiş verir aşk varlığın
Kimde ki var bir zerre aşk, Çalap varlığı ondadır." (160)

"Bir ben vardır bende benden içeri" diyerek içindeki, inanmış gönlündeki Allah'ın varlığını keşfeden Yunus, birdenbire zaptedilmez bir güce ulaşır ve bizce, Divân'ı
n en güçlü dizelerini söylemeye başlar.

"Evvel benim, âhır benim, canlara can olan benim
Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim.

Bir karara tuttum karar, sırrımı benim kim duyar
Gözsüz beni kanda görür, gönülde gizlenen benim.

Dahi acep aşıkla
ra ikrar u din, iman oldum
Halkın gönlünde küfr ile, İslâm ile iman benim.

Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen
Kâfir olur inanmayan, evvel-âhır-heman benim." (93)

Yunus'un yükselişi artık zamanlar ve mekânlar üstündedir. "Ey yarenler, ey kar
deşler, sorun bana kanda idim?" diye başlayan şiirinde, henüz hiçbir şey yaratılmadan önceki zamana gider. Oradan bütün zamanı seyreder, kendi geliş zamanını dahi görür. Endişe şerrinden uzak, o ulu makamda Allah'ın hükmedişini görür ve bu kaynaşma veya erimiş halde bulunmayı şöyle ifade eder:

"Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben olidim, ol benidim, bu aşkı sunandayıdım." (95)

Yunus Emre Divânı'nın en güçlü ve onu en iyi yansıtan şiirlerinden biri, "Bu fena mülkünde ben nice hayran olam" diye
başlayan şiirdir. Burada Allah'ın, güzellik ve çirkinliklerin, hayrın ve şerrin üzerinde olduğu büyük bir çoşkuyla anlatılmıştır. İşte bazı dizeler:

"Gâh inem esfellere, şeytan ile şerler düzem
Gâh çıkam arş üzre vü seyran olam, cevlan olam.

Gâh birlik
içre birlik eyleyem ol bir ile
Geh dönem derya olam, katre olam, umman olam.

Gâh bir mechulî merdû olam u Nemrûd olam
Geh varam Ca'fer olam, Tayyâr olam, perrân olam.

Nice bir âmî olam, nâmî olam, câmî olam
Nice bir kâni olam, na-kâm olam, nâdan olam

Nice bir Cercis ü Bercis olam, Mirrih olam
Nice bir Calinus u Bukrat olam, Lokman olam.

Bir demi âsud olam, hüşyârı gâafil hord u hâm
Bir demi âşüft olam, mecnûn olam, hayrân olam.

Âdemilikten çıkam, uçam melekler mülküne
Levn olam, bîlevn olam, geh ke
vn olan, bi-kan olam.

Geh duram Dâvud olam taht-ı Süleyman'a çıkam
Gâh dönem, gümrah olam, hem-rah olam, hicrân olam.

Dâr olam, girdâr olam, Mansur olam, berdâr olam
Ten olam, hem can olam, hem in olam, hem ân olam.

Evveli hû, âhırı hû, ya hû, illâ hû
olam
Evvel-âhır ol kala vü men aleyhâ fân olam" (98-100)

Gene böyle bir erime anının çoşkusuyla söylediği bir başka şiirinde şu dizelere rastlıyoruz:

"Evvel kadim önden sona zevali yok sultan benim
Yedi iklime hükmedip diri tutan sultan benim.

Dur ded
im göklere durdu, gökler dahi karar kıldı
Yüzbin türlü âdem geldi, getirip götüren benim." (96)

"Kâbe vü put, imam benim, çarh uruben dönen benim
Bulut olup havay'aşan, rahmet olup yağan benim.

Yere göğe bünyad uran, ırılmadan kâim duran
Irmaklara göl
çağıran, adım Yunus, ummân benim." (101)

Yunus'un çoşkulu anlarında berrak olarak anlattığı Allah, bütün insanların varmayı özledikleri ve zaten "isteyerek-istemeyerek" (Kur'ânı Kerim 13/15) gitmekte oldukları ana kaynaktır. Bu ana kaynağı keşfeden, daya
nılmaz bir aşka düşer. Artık bütün benliğini O kaplamıştır ve O'nun dışında hiç ama hiçbir şeyin değeri kalmaz.

"Sensiz iki cihan benim zindan görünür gözüme
Senin aşkınla bilişen, gerek hasu'l-hastan ola." (40)

"Dinim, imanım oldurur, onsuz olursam dün
yada
Ne puta haça taparım ne din u iman tutarım" (88)

İki cihanı da Allah'la dolu gören Yunus Emre, başlangıçtan sona her şeyin Allah olduğunu, varlık perdesini yırtan herkesin Hakk'ı görebileceğini, ancak bu perdeyi yırtamayanların Allah'ın en küçük zer
relerden en büyük varlıklara kadar sonsuz "âyetine" rağmen onu göremeyeceğini belirtiyor:

"Bî-nişansın, nişanın kimse bilmez
Eğerçi bî-nihayet âyetin var." (60)

Yunus Emre'nin insan ve eğitim anlayışının temelinde en büyük yeri alan ve onun her şeyini ş
ekillendiren Tanrı gerçeği konusunu, gene onun şu dizeleriyle bitirelim:

"Bin yıl eğer vasfın diyem, bir zerresin tüketmeyem
Bir katrede yüzbin deniz, bir katresin ayıtmayam." (88)

2.2. Tabiat gerçeği (oluş)

"Her bir çiçek bin naz ile, öğer Hakk'ı niyaz ile
Bu kuşlar hoş avaz ile, ol padişahı zikreder" (48)

Tasavvufun evren ve tabiat anlayışında genel olarak, yaratılmış olan herşeyin insan için yaratıldığı inancı hâkimdir. Ancak insanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok can
lı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir tabiat oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed'in gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. Yani insandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi de Hz. Muhammed'dir.

Allah'ın bu evrendeki varlıkları ve oluşu, kendi dışında birşey olarak yaratıp tabiî akışına bıraktığı, veya kendi iradesi dışında var olan bu evrene yön vermeye çalışan bir g
üç olduğu şeklindeki görüşler doğru değildir. Bu evrendeki madde ve mânâ, Allah'ın yaratıcı kudretinin ortaya çıkışıdır. O, bütün oluşu plânlamış, gerçekleştirmiş ve "levh-i mahfuz"una kaydetmiştir. Dolayısıyla bütün zamana ve mekâna hâkimdir ve geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olacağını en iyi şekilde bilmektedir. Şu anda mikrokozmostan makrokozmosa kadar her türlü oluş da aslında onun taptaze yaratışıdır; bu yaratışın içinde de kendisi vardır, dışı da kendisidir. Dolayısıyla evrende olup bitenler mekânik tekrarlar değil, her an yenilenip değişen bir yaratıştır. Evren bir varlık yığını değil, devamlı oluşan, devamlı değişen bir olaylar yapısıdır.

Devamlı değişen evrenin çok büyük ve çok küçük değişmelerini biz fark edemiyoruz. Biz, varlıkların ve olayla
rın sadece sebepler-sonuçlar yüzünü görebiliyoruz; hep ölmekte ve dirilmekte olan, Allah'a bağlı yüzünü çoğu kez göremiyoruz. Sebeplere bağlı yüzde determinasyon, Allah'a bağlı yüzde ise hürriyet vardır.

Varlıkların özünde ve maddesinde Allah olunca, tabi
atta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur. Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; varlıklar ve olaylar sadece birer vesiledir. Kur'ân'da Hz. Muhammed'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.

Allah, "rabbü'l-âlemîn"dir (Kur'ân-ı Kerim 1/1; 6/1; 18/1; 34/l; 35/1); evrende var
olan herşeyin terbiye edicisidir. O, bütün âlemleri kademe kademe olgunlaştırır. Her varlık Allah'ın kuludur ve her varlık Allah'a gidecektir (Kur'ân-ı Kerim 6/38). Allah bütün âlemlere karşı lütuf ve inayet sahibidir (Kur'ân-ı Kerim 2/251). Allah, âlemlere (yarattıklarına) zulmetmek istemez (Kur'ân-ı Kerim 3/108). Kur'ân-ı Kerim de âlemler için bir öğüttür (Kur'ân-ı Kerim 6/90).

Yunus, Allah'ın evreni yaratışını şöyle şiirleştirmiştir:

"Hak bir gevher yarattı kendinin kudretinden
Nazar kıldı gevhere, er
idi heybetinden

Yedi kat yer yarattı ol gevherin tozundan
Yedi kat gök yarattı ol gevherin buğundan

Yedi deniz yarattı ol gevher damlasından
Dağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden." (109)

Evrenin, dört ana maddeden değişik oranlarda terkiplerle yara
tıldığı "felsefe"sine Yunus'ta da rastlıyoruz:

"Dörd türlü nesneden hâsıl bilin benim işte delil
Od ile su, toprağ u yel bünyad kılan yezdan benim."(179)

Varlığın sürekli oluş halinde bulunması, tasavvufî yaşayışın temellerinden birini teşkil eder. Varlık, olmakta olan bir imkânlar serisidir. Her şey her an olmaktadır; geçmiş-gelecek Allah'ın yönettiği aslî oluşun zihindeki ışımalarıdır. O halde bunlar değil, içinde yaşanılan şu an önemlidir; onu iyi anlamalı ve değerlendirmelidir. Allah statik bir varlı
k değil, oluş hareketinin tam içinde her an tecelli etmektedir. Evrendeki hiçbir oluş da tesadüfî ve saçma değildir. Her yaratış mükemmeldir ve hiç bir varlık, olay ve uzuv da sebepsiz, fonksiyonsuz değildir. Kur'ân, hayattan kaçan değil, hayata katılan insan olmamızı istiyor. İnsan Allah'ın halifesidir; varlıklardan kaçarak ve olaylardan çekinerek de halifelik olmaz.

Bütün tabiat, bütün olaylar Allah'ın tecellisidir. Biz bunu hayvanlardaki içgüdüsel yaşayışta berrak olarak görüyoruz. Adeta bütün canlılar
Allah'ın kendilerine öğrettiği bilgilerle, onun kendilerinden beklediği işi yapıyorlar. İnsan dünyaya bir görevle gönderildiği gibi, her varlığın da bir görevi vardır. Nahl sûresinin 68-69. âyetlerinde şöyle deniyor: Rabbin bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda ve insanların senin için yapacakları kovanlarda yuva edin; sonra meyve ve çiceklerin her birinden ye de Rabbinin bal imalinde öğrettiği ve kolaylıklar gösterdiği yola süluk et", diye ilham etti.

Tabiattaki bütün varlıklar, bir taraftan Allah'ın kendileri
ne öğrettiği bilgilerle kendilerine verilen görevleri yaparlar, bir taraftan da durmadan Allah'ı anarlar, onu tesbih ederler. Bu bakımdan Allah'ın sürekli olarak bütün varlıkları takip ettiği, iş yaptırdığı düşünülürse, varlıklar içinde Allah'ı en az tesbih eden insandır, denilebilir. Çünkü Kur'ân'da "Allah herşeyi hakkıyla murakebe etmektedir" (Kur'ân-ı Kerim 33/52) ve "O Allah, nerede olursanız olun sizinledir." (Kur'ân-ı Kerim 57/4) denilmektedir.

Allah'ı tesbih, herşeyin ana görevidir ve her şey, bu t
esbih ve hamdı sürekli yapmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 13/15; 24/41-42). Suda, havada sür'atle hareket eden her şeyin yaptığı, bir nevi ibadettir (Kur'ân-ı Kerim 36/40; 79/3). Melekler arzın çevresini kuşatmış, Rablerini tesbih ederek devamlı onun emirlerini bekler (Kur'ân-ı Kerim 39/75). Cinler ve insanlar da Allah'ı tesbih etsinler, ona ibadet etsinler diye yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 51/56). Hattâ Kur'ân bile bir tesbih bir zikirdir (Kur'ân-ı Kerim 21/24,51; 43/44).

Bu gerçekten hareket eden mutasavvıfla
r, tabiatın zikrine karşı çok duyarlıdırlar. Bunu, Mevlâna'nın sayısı yüzleri bulan bahar şiirlerinde, ney sesinin, hattâ çekiç seslerinin bile onun hassas ruhunu uyandırıp hemen semâ (dönme) halinde Allah'ı tesbihe başlamasında görüyoruz.

Tabiatın çoşku
halindeki ibadetini hissetme ve ona katılmayı Yunus'un hassas ruhunda da görüyoruz.

"Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap
Böyle emreyledi Çalap, derdim vardır inlerim."

dizeleri hemen her insanımızın diline yerleşmiştir.

"Ben bu dağın ağacıyım, ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevlâ'ya duacıyım, derdim vardır inilerim."

Şol dülgerler beni yondu, her âzam yerine kondu
Bu iniltim Hakk'tan geldi, derdim vardır inilerim."

"Yine yaz günleri geldi" diye başlayan şiirinde de bülbülle kaynaşmakta, onun
derdine ortak olmaktadır:

"Kudret haznesi açıldı âleme rahmet saçıldı
Hulle donları biçildi, söyle bülbülcüğüm söyle."

Bir başka zaman, kendi derdine bütün tabiatı yardıma çağırmakta, onlarla kaynaşıp bir olmaktadır:

"Taştın yine deli gönül, sular gibi
çağlar mısın?
Aktın yine kanlı yaşım, yollanmı bağlar mısın?

Haramî gibi yoluma aykırı inen karlı dağ
Ben Yarimden ayrı düştüm, sen yolumu bağlar mısın?

"Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?"

Yunus'un

"Geh eserim yeller gibi, geh tozarım yollar gibi
Geh akarım seller gibi, gel gör beni aşk neyledi?

Akan sulayın çağlarım, dertli ciğerim dağlarım
Şeyhim anıben ağlarım, gel gör beni aşk neyledi."

dizeleri de, çoşku anında tabiatla nasıl bütü
nleştiğini gösteriyor. Elbette Yunus'un, tabiatın ve zaman içindeki her şeyin Allah'ı zikretmesine katılarak söylediği şu dizeler, onun tabiat anlayışında önemli yer tutar:

"Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherdeki kuşlar ile çağırayım Mevlâ
m seni

Su dibinde mâhi ile, sahralarda âhi ile
Abdal olup yâ hû ile, çağırayım Mevlâm seni

Gökyüzünde İsâ ile, Tur Dağı'nda Mûsâ ile
Elindeki âsâ ile, çağırayım Mevlâm seni."

Yunus, sevdiği, katıldığı tabiatın Allah'ın tecellisi olduğunu, esas olanın A
llah'ın sevgisi olduğunu ve bunun her şeyden üstün olduğunu da şöyle şiirleştirir:

"Benim ayım ışığına bulutlar gölge kılmaya
Hiç gidilmez doluluğu, nuru yerden göğe ağar

"Sözüm ay-gün için değil, sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem, sevmek d
erdi beni boğar." (157)

Allah'ın yarattığı ve her an içinde olduğu bu evrenin bir görünen maddî tarafı ("mülk"); bir de görünmeyen mânâ tarafı ("melekût") vardır. Allah, her şeyin melekûtunu sıkı sıkıya elinde bulundurur (Kur'ân-ı Kerim 36/83).

Lirik bi
r şair olarak Yunus Emre gerçi tabiatın mülk tarafı içinde de kendine sıcak bir yer bulur ama, onun esas önem verdiği maddeden ziyade anlamlardır; inanmadır, barıştır, sevgidir.

Tabiat meselelerinde "dünya" ile "arz"ı birbirinden ayırmak gerekir. Arz yerk
üresidir; musibet ve felâket değildir, bizim beşiğimiz, nimetlerimizi aldığımız yerdir, topraktır, sudur. Yunus'un bir şiirinde:

"Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar." (157)

diyor. Topraktan y
aratılmışız. Öldükten sonra tekrar toprağa gireceğiz ve Kıyâmet günü topraktan çıkarılacağız (Kur'ân-ı Kerim 53/32, 71/14-20). Allah, yeryüzünü bizim rahatça faydalanacağımız şekilde geniş ve yaşamaya uygun yaratmıştır.

Ancak arzın bir başka yüzü de "dün
ya"dır. Yeryüzünde bir çok şeylerle sınanırız. Bu sınavı kaybetmek "dünya"dır (Kur'ân-ı Kerim 10/24, 18/7, 45-46, 16/107-108). Dünya bir oyun, geçici bir eğlencedir (Kur'ân-ı Kerim 44/38-39, 29/64, 6/32). Bu dünya hayatına göre yaşamak sadece insanları helak etmez, arzın felaket ve fesadına da sebep olur (Kur'ân-ı Kerim 17/16). Dünyada doğru yaşamak çok gayret ve dikkat gerektirir. Bu dünyadan amaç nefsi öldürmek değil, ıslah ve terbiye etmektir. Bunun yanında Allah'ın helâl kıldığı bütün dünya nimetlerinden yararlanılacak, ancak hadler aşılmayacaktır (Kur'ânı Kerim 5/3,87,90-91; 7/32; 20/81; 66/1; 4/10,29; 23/51; 2/168-267).

Dünya bir sınav yeridir. İnsan dertlerle, belâlarla, açlıkla, toklukla, azlıkla, çoklukla sınava çekilmektedir. Her insan inansa da,
inanmasa da muhakkak sınava çekilecektir (Kur'ân-ı Kerim 29/2-3; 47/31). Dünya bir sınav yeri olduğu için hem çok güzel ve iyi, hem çok çirkin ve kötü şeyler vardır.

Allah yeryüzünde, belli sınırlar içinde bütün canlıların rızıklarını verir, bu nedenle o
rızkı aramak gerekir (Kur'ân-ı Kerim 20/131; 18/78; 3/196-197; 42/27; 11/6). Bu canlılar içinde insan, kendi ihtiyacı olandan daha fazla mal biriktirerek cimrilik eder. Bu arada farkına vararak veya varmayarak başkalarının haklarına tecavüz eder. Malı bulamayacağından veya tükeneceğinden korkar. Bu korkuyu veren aslında şeytandır. Allah'a inanan, onu seven, ona güvenen, elindeki mallardan ihtiyacı olanlara bol bol verir (Kur'ân-ı Kerim 59/9-10; 90/11-17; 9/34-35,111; 3/92,133-134; 2/52,261-268; 17/16,31,100; 93/11). Zaten Allah'ın bize bol bol verdiği nimetleri bizim bir elde toplamamız ve ihtiyacımızdan fazlasını uzun süre elimizde tutmamız, aklen ve vicdanen de doğru değildir.

Yunus'ta bu Kur'ânî anlayış doğrultusunda yazılmış dünya şiirleri bir hayli fa
zladır. Müjgan Cumbur bir yazısında bunları ayrıntılı olarak incelemiş, onun dünyaya bakış tarzını ve buna karşı tavrını tam olarak ortaya koymuştur.

"Bu dünyaya gönül veren sonucu pişmân olısar
Dünya benim dedikleri hep ona düşman olısar."(157)

diye şii
rine başlayan Yunus, gıybet-yalan söz söylenmemesi, gammazlık edilmemesi, dostun düşman tutulmaması konusunda öğüt veriyor. Başka bir şiirinde dünyayı bir ulu şehire, insan ömrünü de çabuk kurulup kaldırılan bir pazara benzeten Yunus, bu şehire gelenin muhakkak gideceğini, burada önce çok tatlı şeyler görüleceğini ama daha sonra bunların acılaşacağını ve burada yaşanan her şeyin bir hayal olduğunu anlatır:

"Bu şarın hayalleri, türlü türlü halleri
Aldanmış gafilleri câz u ayyâra benzer

Bu şarda hayallerin
haddi vü şûmârı yok
Bu hayale aldanan, otlar davara benzer."(159)

Bu dünyada elde edilen günahlar çoktur, ömürler boş yere geçtiği gibi birçok da günah kazanılır.

"Bu dünya bir gelindir, yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz."(70) Anc
ak bu güzellik çoğu insanlarda bir gaflet haline dönmüştür, Hakk için bir şey vermez. Oysa insanlar için, bu dünyadaki yoksulluk daha iyidir.

"Çalabım bu dünyayı kahır için yaratmış
Gerçeğin gelenlerin kahrını yutmak gerek." (171)

diyen Yunus, bu dünyanın tehlikelerine karşı tutunabileceğimiz tek eteğin aşk eteği olduğunu belirtir. Bu dünya bir misafirhanedir. İnsanın asıl vatanı burası değildir. Allah, bizi bu dünyaya getirmeden bir vade belirlemiştir ve ne kadar eğlenirsek eğlenelim bu vade dolacaktır.
Onun için varacağımız asıl yurdumuza göre gönlümüzü sağlamlaştırmamız, buna hazırlanmamız gerekir (172).

"Eğer gerçek konuk isen, aç gözün uyanık isen
Sen bu söze tanık isen, geri kalır mülk ile mal.

Gözün görürken ye yedir, yoktur diye etme özür
Bu dü
nyada hâsıl nedir, ye iç pazar eyle, ver al!"(81)

Bu dünyada kısa bir süre için konuk olarak bulunan kişinin servet yapmaya kalkmaması gerektiğini belirten Yunus, buradan öbür dünyaya bunların gitmeyeceğini ve orada sultan ile kulların bir olacağını, kurt
uluşun ancak cömertlikte bulunduğunu belirtir.

"Bunda korkmaz isen Yunus anda korkuturlar seni
Eğer dirliğin Hakk ise, Sırat'ı geçesin sehel."(81)

Bâki olmadığı için bu dünyanın bize gerekmediğini, çünkü bu dünyada bin yıl yaşasan bile bunun bir saat gibi geldiğini; burada zâlimlik edip haram mal toplayanın, yalan-yanlış-gıybet söyleyenin öbür dünyada yüzlerinin kara olacağını, halbuki doğru yaşayanın orada Cennet'e gireceğini belirten şâir, sözü kendine getirir:

"Yunus miskin mestanesin, sen seni gör,
ko bunları
Dünyada riyalı dirlik, kişiye iyi ad değil."(82)

Kişinin kendi dirliğine bakıp başkalarının ayıbını gözetmemesini söyleyen Yunus, "Eyâ gönül açgıl gözün, fikrin yavlak uzatmagıl" diye başlayan şiirinde kendini sorguya çeker. "Bu dünyadan yavuz
ad ile gitme, ayak uzatıp yatma, ibadetini yap, söylediğini yap, sözü işittiğin gibi şöyle" gibi öğütler veren şair, şöyle devam eder:

"Dünya çerb ü şirin-dürür, âdem gerektir yiyesi
Kem nesneye tama' edip, kösüp kömürüp yutmagıl.

Nefse uyup beş parmağın birden iletme ağzına
Kes birisin ver birine, gerek ola unutmagıl.

Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Yarın göresin sen onu, er nazarından gitmegil." (172)

Fazla malı haksızlık yapmadan kazanmak ve korumak zordur. Üstelik bu mallar öbür dün
yaya götürülemeyeceği gibi, bu dünyada da birçok günahlara sebep olur. Bu nedenle, maldan mülkten geçip onları doğruluk yolunda harcamak gerekir.

"Kem-durur yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.

Batmış dünya malına,
bakmaz ölüm haline
Ermiş Kârun malına, zehî iş düşvarlığı.
Gel imdi miskin Yunus, nen var yola harceyle
Gördün elinden gider bu dünyanın varlığı."(138)

Yunus, dervişlere öğüt verirken sûrete ve şekillere aldanmamalarını; bunun dünya-severlik olduğunu, b
ir gönülde hem Hakk hem de dünya sevgisinin olamayacağını, yaratılmışlardan vaz geçip kendi içlerindeki Hakk'a, doğruya yönelmelerini ister.

"Yaban yolu gözetme, yol evde taşra gitme
Can yolu can evinde, can râzını can duyar." (56)

Yunus'un dünyaya bakışı, arzularını gerçekleştirmek için değildir. Dünyanın altınında, gümüşünde değildir o; dünya sadece bir gezinti yeridir, bir köprüdür. Câhiller bunun geçici bir sınav yeri olduğunu bilmezler, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Yunus bunlara şöyle hitap eder:

"Dü
nyaya inanırsın, rızka benimdir dersin
Niçin yalan söylersin, çün sen' dediğin olmaz." (68)

Dünyayı seven, anlamların farkına varamaz; o nihayet eski bir saraydır; insan eskiye hasret duymamalıdır. Bu dünyaya bağlı kalan kanatsız kuşa dönmüştür.

"Ağudur
, bal değil dünya muradı
Nice bir ağuya parmak banasın." (188)

Allah bu dünyayı bize verdi, ama bâki olarak kimseye vermedi. Câhil olanlar bu dünyaya aşırı bağlanarak "agulu aş"ını yerler. Âriflere ise, bu dünya hayal ve düş gibi gelir; onlar kendilerini
Allah'a verince bu hayal ve düşten de geçerler (158).

"Sorun Tapduklu Yunus'a, bu dünyadan ne anladı?
Bu dünyanın kararı yok, sen neyimiş ben neyimiş."(71)

Dünyayı bu şekilde anlayan Yunus, tabiatı bilmede de bazı müşküller olduğunu bilir. Bütün evren i
çten dışa, Allah'ın sonsuz âyetleriyle doludur, ancak bunu çoğu insanlar bilmezler. Evrende sebepler çoğu kez gözümüzü bağlar, bizi kendilerine esir ederler. İnsanın bu esaretten kurtulması için evrenin sebeplerinden sıyrılması gerekir.

En küçük zerreden
en büyük varlığa kadar hepsinde bütünü, bir'i, Allah'ı görmek gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu için, eş-Şibli'nin dediği gibi, hakikat çok uzaktadır; ortada sadece zanlar, hayaller, kuruntular vardır. Yunus ise onu kendi içimizde, kendi özümüzde bulur. Ama çoğu kez insanın gönlündeki gerçeğe ulaşması, tabiat içinde dağlar, çöller aşmaktan daha zordur.

2.3. Ölüm


"Kogıl ölüm endişesin, âşıklar ölmez bakidir.
Ölüm âşıkın nesidir, çünki nûr-ı ilâhidir." (54)

Tasavvuf tarihinde ve Türk edebiyatında ölümü Yunus kadar problematik yapan ve üzerinde şiir yazan hemen hemen yoktur.

Yunus'ta gariplik psikolojisi oldukça hâkimdir. Başlangıçta onun daima düşündüğü ana konu ölümdür ve bu onu oldukça kötümser yapar. Ölümden korkma ve bunalım, onda pasifizme ve hay
attan kaçmaya neden olur.

Rıza Mollov, onun ölen maddenin ağaç, çiçek v.s. ye dönüştüğü, dolayısıyla maddî esasta ölüm olmadığı sonucuna ulaştığını, maddenin ebedî bir dönüşüm içinde olduğunu anladığını; canı ise "kendi içine" giderek incelediği ve orada
Tanrı ile buluşarak ölümsüzlük fikrine vardığını anlatır. Mollov onu, ölüm karşısındaki duyguları ve ölümü çözümü ile, Ömer Hayyam'a benzetir ve "karamsarlığı aşamamış ikinci bir Ömer Hayyam" olduğunu iddia eder.

Yunus'ta hayat ve ölümün iki temel gerçek
olduğu, hattâ ona göre bu dünyadaki en büyük gerçeğin ölüm olduğu görülmektedir. Ancak Yunus, ölüm problemini, maddenin sonsuz bir dönüşüm içinde olduğunu ve canlıların da Allah'a ulaşacağını fark ederek, çözümlemiş ve rahata kavuşmuştur.

Başlangıçta ölü
mün Yunus için büyük bir endişe olduğu doğrudur. Ama Yunus'u Yunus yapan da budur. Ölüm onu düşünceye sevk eden ve uyandıran bir olgudur. Ölüm önce büyük bir korku kaynağı iken, giderek soğukkanlılıkla karşılanır. Ölümün bir kurtuluş, ilâhî hürriyete ulaşma, aslına ve başa dönme olduğunu görüyor. Allah aşkı Yunus'u ölüm endişesinden kurtarır, maddeyi geçip mânâya, huzura, her an taptaze olan yere ulaştırır.

Yunus Emre evrendeki her şeyi, zerreden kürreye çok dikkatli bir şekilde ibret gözüyle gözlemekte ve
anlamaktadır. Mezarlıklar bütün insanların eşitleştikleri yerdir. Orada boy-soy, zenginlik-fakirlik ayrımı kalmaz. Yunus Emre ölüm problemini ve mezarlıkları, bir eğitim vesilesi ve vasıtası olarak görüyor. Tıpkı ölüm ve mezarlıkların, kendisini uyandırıp gerçeğe ulaşmasını sağladıkları gibi.

Onun ölüm ve mezarlıkları konu alan dizeleri arasında şöyle bir gezinelim.

Ölüm, insanlar arasında gezer durur; insanlar âdeta bir bostan tarlası gibidir ve o istediğini seçer. İnsanlar, sıranın kendilerine ne zaman
geleceğini bilmezler ve ölüm karşısında çaresizdirler.

"Bir nicenin belin büker, bir nicenin mülkün yıkar
Bir nicenin yaşın döker, var gücünü üzer ölüm." (98)

Genç-yaşlı tanımayan, dur-durak bilmeyen ölüm, ejderhaları bile yutar; nerede kaldı Yunus gib
i miskinler!

"Ey yârenler, ey kardeşler, korkarım ben ölem deyü
Öldüğümü kayırmazam, itdüğümü bulam deyü." (192)

Demek ki, Yunus'u endişeye sevkeden bu dünyada işlediği günahlardır. Öte dünyada ayıplarının yüzüne vurulmasından korkmaktadır. Orada gülmek
için burada gerçek kulluk yapıp ağlamak gerektiğini anlamıştır. O, bu dünyada çok günah işlemiştir, öte dünyada çok azap çekeceğini bilmektedir ve sığınacak yer aramaktadır. Yunus'un dünyayı tutmaması, miskinlik, dervişlik yoluna girmesi, dünyanın sonunda ölüm olmasından dolayıdır (62).

"Ey yarenler, ey kardeşler, ecel ere ölem bir gün
İşlerime pişman olup kend'özüme dönem bir gün.

Yanlarıma kona elim, söz söylemez ola dilim
Karşıma gele amelim, nettim ise görem bir gün." (105)

Yunus, kendi zamanında y
aygın olan ölüm inanış ve geleneklerini akıcı bir şekilde şiirleştirmiştir. Selâsının verilip, dört tekbir ile namazının kılınacağını, bezlenip mezara konulacağı, teninin yılan-çıyan tarafından yenileceğini, bir yıl geçmeden mezarının bile unutulup kalacağını anlatmaktadır.

"Anma mısın şol günü sen, gözün nesne görmez ola
Düşe sûretin toprağa, dilin haber vermez ola." (126)

dizeleriyle başlayan şiirinde, Azraîl işini yaparken ananın babanın, insanların bir yardımı olamayacağı; ölüm ânında hiçbir pişmanlığın fayda vermeyeceği, yuyucuların, sarıcıların ve toprağa koyucuların insanın o andaki gerçek durumunu bilemeyecekleri, sadece üç gün oturup onu anan dostlarının bulunacağı ve sonra onların da olmayacağı anlatıldıktan sonra şöyle deniyor:

"Yunus miskin,
bu öğüdü sen sana versen yeğ idi
Bu şimdiki mahlukata öğüt assı kılmaz ola." (126)

Hakk bir gün herkese ecelini verecektir. O gün benizler sararacak, gözler ağaracak, emaneti veren can emanetini geri isteyecektir.

"Emaneti senden ala, gövdeni kuru baş s
ala
Veballer boynunda kala, nefsin ura gülbengini."(130)

Artık malı-mülkü hısım ve akrabalar üleşecektir, ölüyü dar bir mezara koyacak; üstüne çabuk çabuk toprak yığacak ve o orada ameli ile baş başa kalacaktır. Öyleyse, diyor Yunus ve kendi kendine öğüt
veriyor:

"Yunus, imdi tevbeye gel, can sendeyken eyle amel
Aşk ile gel kuşanı gör bu dervişlik pelhengini." (131)

Yunus, "Ömrüm sen beni aldadın, ah nideyim ömrüm seni" diye başlayan şiirinde, bütün hayatı ile hesaplaşmaktadır. Ömür onu hareket edemez hale getirmiştir, Yunus onu can bilmiştir; bütün derdi olarak onu kabul etmiş, kendini sultan saymış, hep onu eğlemiş, onunla üzülmüştür. Ama sonra ölüm gelmiş, ömür ipi önüne düzülmüş, hayır ve şerleri yazılmıştır. Ömür ise ölüm şarabını içmiş, Yunus'u hayır ve şerleriyle başbaşa bırakarak kaçmıştır.

"Gider imiş bunda gelen, dünya işi cümle yalan
Ağlar ömrün yavı kılan, ah nideyim ömrüm seni?

Miskin Yunus bilmez misin, yoksa nazar kılmaz mısın
Ölenleri anmaz mısın, ah nideyiın ömrüm seni?" (148)

Âdemoğl
u nefsine yenilmiş, hayvanlar gibi bilinçsiz yaşamaktadır. Yunus, insanların durumunu şöyle tasvir etmektedir:

"Hergiz ölümün sanmaz, ölesi günün anmaz
Bu dünyadan usanmaz, gaflet önün almıştır.

Oğlanlar öğüt almaz, yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar tâat kılmaz, sarp rüzigâr olmuştur.

Beyler azdı yolundan, bilmez yoksul hâlinden
Çıktı rahmet gölünden, nefs gölüne dalmıştır.

Yunus sözü âlimden, zinhâr olma zâlimden
Korkadurun ölümden, cümle doğan ölmüştür." (161)

Kur'ân-ı Kerim'de "Dirilten, öldüren O'd
ur. Bir şeye karar verirse "ol" der de oluverir" diyor (23/88). Enbiyâ sûresinde "Ey Muhammed, senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık. Sen ölürsün de onlar baki kalır mı? Her can ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilikler ve kötülükler veririz. Sonunda bize dönersiniz" (34-35) deniyor. Gene aynı mealde olmak üzere Zümer sûresi 30-31 âyetlerindeki hitap da şöyledir: "Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Ey insanlar! Sonra siz kıyâmet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacaksınız".

Bizleri Allah yaratmış ve kendi katında belli olan bir ecel tayin etmiştir; bu ecel geldiğinde herkes ölecektir. "Herşey yok olup gider, ancak O'nun zatıdır kalan" (28/88). İnsanları yaratan ve öldüren O olduğu gibi, Kıyâmet günü gene diri
ltecek olan da O'dur. Herşeyin dönüşü O'nadır.

Kur'ân'ın bu ifadelerini bilen ve inanan Yunus için, artık ölüm haktır. Onu, bu ölüm meselesinde ikinci derecede etkileyen mezarlıklardır. Kur'ân'da "Sonra onu öldürür ve mezara koyar, sonra dilediği zaman on
u tekrar diriltir." (80/20-21) ve "Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin toplantı yeri yapmadık mı?" (77/25-26) âyetleri vardır. İnsanlar tekrar diriltilecekleri zamana kadar burada kalacaklardır. Buralar insanlar için devamlı ibret yerleridir.

Yunus, canla
rın durumunu değerlendirdiği "Gelin soralım canlara..." diye başlayan şiirinde, Dost'tan haber gelince bunların sûret olan bedenleri terk edeceğini, malımülkü burada bırakıp sadece amelleri alıp gittiğini, bu dünyadan bîzar olduğunu anlatır ve şöyle der:

"Bini doğar bini gider, buyruk böyle geldi meğer
Kim ola dünyaya doyar, peymanesi doldu gider." (57)

Bu nedenle dünyaya gelen kişi, ölümü her an hatırlamalı ve bu dünyayı o şekilde değerlendirmelidir. Çünkü dünya bâki değil geçicidir: üstelik kahır evidi
r, bâki olan âhirettir, oradaki Cennet ve Cehennem'dir.

"Geçip gitmek dilersen, düşmeyeyim der isen
Şol kazandığın malın Tangrı için vermek gerek.

Kazandığını veriben, yoksulları hoş görüben
Hakk hazretlerine varıban, oddan o kurtulmak gerek.

Kur'ân a
ydur ki "Vettakû", gine aydur ki "tezra'û"
Kâhil olup oturmagıl, tez tevbeye gelmek gerek." (79)

Öldükten sonra ne olacak? Ölümden sonra karşınıza çıkan ilk gerçeklerden biri mezarlıklardır. Yunus'ta mezarlıkların tasviri, eğitim gücü çok fazla olan bir
etkililiktedir.

"Çürümüş toprak içre ten, sin içinde yatar pinhan
Boşanmış damar, akmış kan, batmış kefenleri gördüm.

Yaylalar yaylamaz olmuş, kışlalar kışlamaz olmuş
Bar tutmuş söylemez olmuş, ağızda dilleri gördüm.

Kimisi zevk u işrette, kimi sâz u
beşârette
Kimi belâ vü mihnette, dün olmuş günleri gördüm.

Soğulmuş şol kara gözler, belürsüz olmuş ay yüzler
Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm." (103)

Sadece mezarlıkların bu acı gerçeği değil, burada yatanların bir zamanlar kimler oldukla
rı da çok ibret vericidir. Yunus'un bunları anlatan bir şiirini aynen veriyoruz:

"Sana ibret gerek ise, gel göresin bu sinleri
Ger taş'ısan eriyesin, bakıp göricek bunları.

Şunlar ki çoktur malları, gör nice oldu halleri
Sonucu bir gönlek geymiş, onun
da yoktur yenleri.

Hani mülke benim diyen, köşk ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yaturlar, taşlar olmuş sütunları.

Bunlar eve girmeyeler, zühd ü tâat kılmayalar
Bu begliği bulmayalar, zîrâ geçti devranları.

Hani ol şirin sözlüler, hani ol güneş yüzlü
ler
Şöyle gayip olmuş bunlar, hiç belirmez nişanları.

Bunlar bir vakt begler idi, kapucular korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin, beg kangıdır, ya kulları.

Ne kapu vardır giresi, ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi, dün olmuştur gündüzleri.

B
irgün senin dahi Yunus, benven dediklerin kala
Seni dahi böyle ede, nitekim etti bunları." (139-140)

Yunus yeryüzünde gezinirken, mezarlıkları özellikle ziyaret ediyor. Orada yatanların bir zamanlar zengin mi fakir mi olduklarını, yaşlarını, mesleklerini
, güzelliklerini, yiğitlik veya korkaklıklarını, saltanatlarını, kadın mı erkek mi olduklarını, evli mi bekar mı, çocuklu mu çocuksuz mu olduklarını v.s. düşünüyor; hayaller kuruyor, kendi kendine buradan ibretler geliştiriyor.

"Doğru varırdı yolları, kal
em tutardı elleri
Bülbüle benzer dilleri, danışman yiğitler yatur.

Yunus bilmez kendi halin, Çalap'tır söyletir dilin
Bir nicesi yeni gelin, ak değirmi yüzler yatur." (162)

Mezarlıklarda görünen ecel heybetidir. Orada hiçbir şeyin çaresi yoktur. Kurt-kuş bağrı deler ve tenleri parça parça eder. Canlar ise çoktan Allah'a kavuşmuştur ve orada sorgulanmayı beklemektedir. Yunus'u, bedenlerin mezarlıktaki parçalanması çok etkilemiştir. Dökülen saçlar, eksilen dişler, yok olan gözler onu çok ürpertmekte ve sır
anın kendine de geleceğini düşünmektedir.

"Yunus, gerçek âşık isen, mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler, kara topruk olmuş yatur." (163)

Mezarlıkların elim durumunu bu şekilde anlatan Yunus, işin can tarafına da bakar. "Benim ol Dost ile işim öl
üp dahi bitmeyiser.. " (126) diyen Yunus, Allah'a yönelir. Gerçek hesabın oraya verileceğini bilir. Artık ağlayıp sızlanmanın yerine Allah'a yakarışlar başlamıştır.

"Sensin kerîm, sensin rahîm, Allah sana sundum elim
Senden artık yoktur emüm, Allah sana
sundum elim.

Ecel geldi, va'de erdi, bu ömrün kadehi doldu
Kimdir ki içmeden kaldı, Allah sana sundum elim.

Gözlerim göğe süzüldü, canım göğüsten üzüldü
Dilim tetiği bozuldu, Allah sana sundum elim.

Uş biçildi kefen donum, Hazret'e yöneltdim yönüm
A
cep nice oldu halim, Allah sana sundum elim.

Urdular suyum ılıdı, kavim kardaş cümle geldi
Esen kalsın kavim kardaş, Allah sana sundum elim.

Geldi salacam sarılır, dört yana salâ verilir
El namazıma derilir, Allah sana sundum elim." (89)

Yunus'un bu ş
iirinde salacanın (tabut) mezara götürülmesi, halkın halka olup mezar çevresinde oturması, cenazenin mezara indirilmesi, halkın cenazenin üzerini alelacele topraklayıp kaçması, Münker ve Nekir meleklerinin sorgu için gelmesi tasvirleriyle canlı olarak anlatılarak devam ediyor.

"Görün acep oldu zaman, gönülden eylenüz figân
Ölür çün anadan doğan, Allah sana sundum elim.

Yunus tap uzat bu sözü, Allah'ına tutgıl yüzü
Didardan ayırma bizi, Allah sana sundum elim." (90)

Yunus artık ölüm karşısında metanet k
azanmıştır. Kendi endişe ve korkusunu yendikten sonra başkalarına öğüt vermeye başlar. "Seni Hakk'tan yığanı her neyise ver gider" diye başlayan şiirinde, bu bedeni fazla beslemek gerekmediğini, çünkü kurdun, yılanın bir zaman gelip bunu yiyeceğini, ölümlere bakarak insanın bunu kolayca anlayacağını; öte dünyada değerli olanın iyi ameller, haram yememek, gıybet söylememek, ibadet yapmak olduğunu söyler:

"Ecel erer kuru baş, tez tükenir uzun yaş
Düpdüz olur dağ u taş, gök'dürülür yer gider.

Miskin Yunus öl
icek, sini nurla dolıcak
İman yoldaş olıcak, âhirete şîr gider." (53)

Başlangıçta ölmekten, âhirette hesap verememekten korkan Yunus, imana ulaşıp Allah sevgisine, affına, rahmetine sığındıktan sonra kendisinden gayet emindir. Ölümden korkmamakta ve âhir
ete bir arslan gibi gireceği inancını taşımaktadır.

Allah'a âşık olan derviş Yunus'un, bu dünya mihnetleri ve ölüm hiç gözüne gözükmediği gibi, sadece Allah'ı istemekte, öte dünyanın Cehennem'inden korkmamakta, Cennet'ini dahi istememektedir. Yunus'un şiirlerinin büyük bir çoğunluğu bu havadadır. Biz, bunlardan sadece bir örnek veriyoruz:

"Sensin benim canım canı, sensiz kararım yokturur
Uçmak'ta sen olmazısan, vallah nazarım yokturur.

Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm
Seni gözetmekten da
hi, yiğrek şikârım yokturur.

Çün ben beni unutmuşum, şöyle ki sana gitmişim
Ne kâlde ne haldeyisem, bir dem kararım yokturur.

Eğer beni Cercis'leyin yetmiş kez öldürür isen
Dönem geri sana varam, zirâ ki ârım yokturur.

Yunus dahi âşık sana, göster did
ârını ona
Yârim dahi sensin benim, ayrık nigârım yokturur." (62)

 

3. YUNUS EMRE'NİN İNSAN ANLAYIŞI

3.1. Yaratılış



"Hiç kimise kendinden halden hale gelmedi
Cümlemizin halini ma'şuk eder mukarrer" (46)

Varlıklar ve varlık sistemleri olan evren (âlemin), zaman içinde bir noktada Allah tarafından yaratılmıştır ve yaratılış her yerde, her zaman devam etmektedir. Oysa insanlar yaratılışın geçmişte bir kere veya çeşitli kademeler halinde olup, bugün tabiî akışı içinde gidiyormuş gibi bir hisse veya zanna kapılırlar ve hep ilk yaratışları merak ederler. İlk yaratılış gerçekten görkemlidir; ama şu anda evrenin her yanında cereyan etmekte olan yaratış da, daha az görkemli değildir.

Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin ol
madığı "lâ taayyün" devresinden, evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki yedi evre içinde incelerler. Onlara göre insan, varlık evreninin gayesi olduğu için en son yaratılan tür odur.

"Biz, gökleri ve yeri ve bunlar arasındaki ecrâmı altı günde yarattık da bize yorgunluk aczi dokunmadı" (Kur'ân-ı Kerim 50/38). Bu evrenleri zaman ve mekân içinde en ince ayrıntılarına kadar plânlayıp baştan sona levh-i mahfuza kaydeden yüce Allah, bunları mekânın bizim için uygun gördüğü bi
r yerinde, zamanın tatlı akışı içinde bize yaşatmaktadır.

Evrenin yaratılışına dair Kur'ân'da çeşitli âyetler bulunmaktadır. Allah, yedi kat gökleri ve yerde de göklere benzeyen tabakaları yaratmıştır. Bunların arasında her türlü emirler iner durur (Kur'
ân-ı Kerim 65/12). Şu gök kubbe, şu gece, şu gündüz, şu güzelce döşenmiş-bezenmiş yeryüzü, akan sular, otlaklar, oturan dağlar... Bütün bunları Allah yaratmıştır ve biz insanların faydalanılması için yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 79/27- 33). "O, yaratışta ne dilerse onu arttırır" (Kur'ân-ı Kerim 35/1). Onun yarattığı herşey güzeldir ve o yaratışta en küçük bir hata bile bulamazsınız.

Bütün yaratılmış ve yaratılmakta olanlar, insan içindir. "O bir hâliktir ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonr
a semaya inayet buyurdu da onları yedi sema halinde nizama koydu. O, herşeyi bilir bir alîmdir" (Kur'ân-ı Kerim 2/29).

İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler iç
in yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.

İnsan, hayvanlar dünyasının en gelişmiş ve en mükemmel türü değil; o ayrı bir varlık türüdür. Mükemm
ellik ise her varlık için ayrı bir anlam taşır. Bazı hayvanların mükemmel oldukları öyle alanlar vardır ki, insan bu mükemmellik düzeyine ulaşamaz. Artık insanda, "hakkında pek fazla bir şey bilemeyeceğimiz" (Kur'ân-ı Kerim 17/85) bir insanî ruh vardır ki, bu, insanı bütün hayvanlar dünyasının kat kat üzerine çıkarmaktadır.

Bütün varlıklar insanın yaratılmasının hazırlıklarıdır; hepsi insana rahat bir temel, bir nimet ve sınav yeri olarak hazırlanmışlardır. İnsan, Allah'ın yer yüzündeki halifesi olması do
layısıyla bütün hizmetler ona yöneltilmeli ve hiçbir şey insanın üzerine çıkartılmamalıdır.

İnsanın dışında yaratılmış olan hiçbir varlık türü; ne melekler ne hayvanlar ne bitkiler, madenler vs. günahkâr değildir. Onlar öyle bir makamda yaratılmışlardır k
i, ne terfi ederler ne de rütbeleri düşer. İsyan, günahkârlık, kötülük gibi şeyler, gelişmek üzere yaratıtmış insanların fiilleridir (Ali el-Havvas). İnsan, yaratılmış olan bütün tabiatın ortak ürünüdür. İnsan bütün canlılarla alâka halinde olduğu için her canlının saadeti ile mes'ut, elemiyle de müteellim olur (Bediüzzaman Said Nursî).

Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 2/30). Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına vesile
olacak demektir. Bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" diyerek insanın liyakatını ve ona olan güvenini göstermiştir. Bu görev ve bu güven insana büyük bir şeref bahşettiği gibi, büyük bir sorumluluk da yüklemektedir. Hz. Âdem, kendine gösterilen bu güveni Cennet'te iyi kullanamamış, kendine çizilen sınırı aşmış ve yeni sınav yeri olan bu Arz'a gönderilmiştir. Hem İblis'in Allah'a isyan etmesi, hem Âdem'in Cennet'te kendi nefsine zulmederek dünyaya gönderilmesi, Hakk'ın takdiri ve bilgisi dahilinde olmuştur. Her şey, her an onun iradesine göre cereyan etmektedir.

Allah, evrendeki her şeyi her an yeniden yaratmaya devam etmektedir "De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, Alla
h'ın yaratışa nasıl başladığını görün. Allah, yeni bir âhiret hayatını da tekrar başlatacaktır" (Kur'ân-ı Kerim 29/20).

Evrendeki her varlığın ve her oluşun özünde Allah olduğu için, ve Allah bütün âlemlerin terbiyecisi ("Rabbu'l-âlemin") olduğu için her
şey şuurludur. Allah, yarattığı âlemlere karşı lütuf ve inayet sahibidir (Kur'ân-ı Kerim 3/108). Her varlık türü Allah'ın kuludur, sonunda ona gidecektir. Her varlık ona şükreder, hamdeder ve Allah katında bu varlıklar öylesine duyarlıdırlar ki, bizim cansız saydığımız varlıklar dahi ağlar (Kur'ân-ı Kerim 44/29). Yerdeki ve gökteki her şey, Allah'ın kendisine verdiği görevleri yapar (Kur'ân-ı Kerim 13/13, 15; 24/41 42); cinler ve melekler de öyle (Kur'ân-ı Kerim 51/56; 39/75).

Allah insanı, insan gibi düz
ülmüş kara balçıktan yaratmıştır (Kur'ân-ı Kerim 15/26-28). Evrenin bütün özelliklerini dikkate alarak onu en güzel şekilde yaratmıştır (Kur'ânı Kerim 95/4). Bu ilk insandan, ilk önce eşi olan Havva yaratılmıştır ve buradan da üreme yoluyla bütün insanlar yaratılmıştır ve hâlâ da yaratılmaktadır (Kur'ânı Kerim 7/189-191). İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışında meleklerin muhalefetini; Allah'ın Âdem'i özel olarak eğitip meleklerle sınava tâbi tuttuğunu, meleklerin "Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur" diyerek sınavdan çekindiklerini, Âdem'e secde ettiklerini, İblis'in ise mukayese yapıp, gururlanıp secde etmediğini ve Allah tarafından lânetlendiğini Kur'ân haber veriyor (2/30-39).

Yunus, Hz. Âdem'in yaradılışında geçen bu olayları
şöyle şiirleştirmiş:

"Çalap, Âdem cismini topraktan var eyledi
Şeytan geldi Âdem'e tapmağa âr eyledi.

Eydür, ben oddan-nûrdan, ol bir avuç topraktan
Bilmedi kim, Âdem'in için gevher eyledi.

Zâhir gördü, Âdem'in batınına bakmadı
Bilmedi kim, Âdem'i h
alka server eyledi.

Kırk yıl kalıbı yattı, adı âlemi tuttu
Gör şeytanı, buğzundan ne fitneler eyledi.

Âdem, İblis kim ola, işi işleten Çalap
Ay ü güni yaratıp leyl ü nehâr eyledi.

Çalap eydür şol kula, inâyet benden ola
Ne şeytan azdurısar, ne kimse kâ
r eyledi." (134-135)

Âdem ile eşi mutlu bir hayat yaşamaları için Cennet'e yerleştirilmiş, ancak bu kadar bolluk içinde kendilerine bazı sınırlar konulmuştur (Kur'ân-ı Kerim 2/35). Şeytan onların aklını çelerek bu yasağı çiğnetmiştir (Kur'ân-ı Kerim 7/20-
22). Bunun üzerine Allah onları, geçici bir zaman için bu Arza göndermiştir (Kur'ân-ı Kerim 2/36). Bu da ancak Âdem'in tevbe etmesi, af dilemesi karşılığında olmuştur (Kur'ân-ı Kerim 7/23; 2/37).

Yunus Emre, "Risâlet al-Nushiyye" adlı eserinin başında, il
k insan olan Âdem'in yaratılışını şöyle anlatır:

"Padişahın hikmeti gör neyledi
Od u su, toprag u yele söyledi.

Bismillah diyüp getirdi toprağı
Ol arada hâzır oldu ol dağı.

Toprağıla suyu bünyad eyledi
Ona Âdem demeği ad eyledi." (1)

Bu şekilde başlayan söyleyiş hava ile toprağın birleştirilip bedenin meydana getirilmesi, ateşin bu bedeni kızdırarak canı alabilir hale getirmesi ve Allah'ın emriyle bedene canın girmesi, canın girmesiyle bedenin nurlanması, bu sûrete ve bedene kavuşan canın sevinci, Âd
em'in, kendisini yarattığından dolayı Yüce Allah'a şükretmesi anlatılıyor.

Daha sonra ise, bedenin yaratılmasında kullanılan dört ana maddenin (toprak, su, hava, ateş) insana ne gibi özellikler kazandırdığı sıralanıyor. Buna göre toprak sabır, iyi huy, t
evekkül ve mekrümet (kerem, cömertlik) sıfatlarını; su safâ, sehâ (cömertlik), lütuf ve visâl (sevdiğine kavuşma) hallerini; hava kizb, riya, tezlik ve nefs heveslerini; ateş şehvet, kibir, tamah ve haset tadlarını; can ise izzet, vahdet, haya ve âdâb hisallerini (özelliklerini) kazandırmıştır.

"Yer gök yaradılmadan Hakk bir gevher eyledi
Nazar kıldı gevhere sığmadı, devreyledi." (133) diye başlayan şiirinde de, o cevherden buğu çıktığını, buğudan gök yaratıldığını, gökyüzünün birçok yıldızlarla bezendiği
ni; aya-güneşe dönmelerinin emredildiği, suyun üzerinde göğün yaratıldığı, Azrâil'in yere inip bir avuç toprak aldığı ve bunun yoğurularak Âdem Peygamber'in yaratıldığı, can verildiği, dilinin söyler hale getirildiği ve insana çok büyük güçler verildiği anlatılmaktadır.

"Hakk bir gevher yarattı kendinin kudretinden" diye başlayan şiirinde de (109), bu cevhere bakarak onu erittiğini, buradan yedi kat gök ve yedi kat yer, yedi deniz yarattığını, yaratılmışlara şefkatinden Hz. Muhamed'i yarattığını anlattıkta
n sonra şöyle bitiriyor:

"Gayip işin kim bilir, meğer Kur'ân ilminden
Yunus içti esridi ol gevher denizinden." (109)

Bizim canlarımız her şeyden evvel yaratılmıştı. O zaman henüz evren yaratılmamıştı. Canlar Allah ile dost halinde ve bütün canlar bir ol
arak uzun zaman geçti.

"Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zîr
Konşıyudık cümlemiz, nûr dağın yaylar iken." (107)

Her şey sonradan yaratılmıştır.

"Ezelî biliş idik, birliğe bitmiş idik
Mevcudat düştü ırak, vücut can yatağıdır." (54)

Demek ki, yar
atılışla canlar birbirlerinden uzaklaşmış, ayrı ayrı vücutlar içine yerleştirilmiştir. Canlar her bedende Allah'ın emirleridir. Canlar nurdandır ve daha sonra da nura kavuşup gideceklerdir (147).

"Biz bizi bilmezidik biz' yaratan eyledi" (136-137) diye başlayan şiirinde gene benzer konuları işleyen Yunus, Allah'ın bizi açığa koyup kendini gizlediğini, artık insanın bütünlüğü ve gizliliğinin kalmadığını, Âdem'in çamurunu dört feriştehin yoğurduğunu, dolayısıyla bütün insanların özünün, mayasının bir olduğun
u anlatır.

"Elest'de bileyidik, göz açtık "Belâ" dedik
Eyiden Yunus idik, cümle birden eyledi." (137)

İlk yaratılış olduğu gibi, herkesi bir ikinci yaratış da olacaktır. "Elest" günü bu bütünlük içinde ele alındığında çok anlamlıdır. "Allah odur ki, mah
lukatı ilk önce yaratan, sonra onu ölümünden sonra diriltecek olan odur. Ve bu iki yaratış da ona çok kolaydır. Yarattığı göklerde ve yerde onun için yüksek deliller vardır. Ve o, yarattıkları üzerinde en büyük hükümrandır. Yaratışında tam bir hikmet ve maslahat vardır" (Kur'ân-ı Kerim 30/27). "Biz ilk yaratışta yorulduk mu? Hayır; onlar, yeniden yaratılmaktan şüphe etmedeler" (Kur'ân-ı Kerim 50/15).

Allah gerek ilk insanı topraktan yarattığı zaman, gerekse daha sonraları annelerinin karnında yarattığı za
man onların her halini çok iyi bilir (Kur'ân-ı Kerim 53/32). İnsan, bu güzel şeklini kazanıncaya kadar çok çeşitli safhalardan geçirilerek yaratılmaktadır. İnsan her yaratılışında topraktan yaratılmaktadır ve öldükten sonra toprağa verilmektedir. Kıyâmet günü gene bütün insanlar Allah tarafından topraktan çıkartılacaktır (Kur'ân-ı Kerim 71/14-18). Kıyâmet gününün muhakkak olacağını belirten Yüce Allah, Kıyâmet sûresinin sonunda (36-40. âyetler) şöyle buyuruyor: "İnsanoğlu kendisinin boş bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan erkek ve dişi olarak iki cins yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter!"

Yunus'un şiirinde "El
est" gününden bahsediliyor. Allah insanı bir tür olarak yaratmaya karar verdiğinde, Kıyâmet'e kadar sırası geldikçe yaratılacak olan bütün insanlarla ahitleşmiştir. "Ben Rabbınız değil miyim?" ("Elestü bi Rabbikum?") sorusuna insanlar "Evet" ("Belâ") diye cevap vermişlerdi. Dolayısıyla Allah'a inanma ve onun çizdiği sınırlar ve gösterdiği doğru yolda yaşama hususunda her insan kendi kendinin şahididir ve Allah'a söz vermiştir. Bu, her insanda doğuştan Allah'a inanma ve doğru yaşama güdüsü, temeli var demektir. Her insan Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir. Ancak insanlar çoğu zaman bu ahitleri unutmuşlardır (Kur'ân-ı Kerim 20/115; 2/27-28; 17/34; 32/14; 59/19).

Bu, insanın kendi öz benliğine yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan bu, aslında Allah'ın takdiridir. Çünkü unutma olmasa, günah işlemese insan tevbe edip Allah'ı yaratıcı olarak bilemez. Dolayısıyla günah, yanlış hareket, dinin başlangıcıdır; yeter ki doğrusu anlaşılsın ve doğru yoldan gitmeye karar verilsin. Gerçek insan, dünyanın onca aldatıcılıkları içinde doğruyu bulup Allah'la yaptığı sözleşmeyi hatırlamalıdır. Bunu yapamayan zalimdir, yanlış yoldadır ve bunun hesabı Kıyâmet günü sorulacaktır (Kur'ân-ı Kerim 2/27; 15/29; 24/25,65; 16/95). Allah insanlara bu hatırlatmayı yapab
ilmek için, doğru ile yanlışı, iman ile küfrü apaçık ortaya koymuştur (Kur'ânı Kerim 2/256). Tabiatta bunu göremeyenlere uyarıcı olarak kitaplarını, peygamberlerini göndermiştir. Ve insanların doğru yolu bulup bulmamaları konusunda çok hassastır. İster ki, bütün insanlar buna ulaşabilsinler, ama buna ulaşmak istemeyen insanların da gözlerini kapar, kulaklarını duymaz hale getirir. İnanmak sınavı çok çetin olarak yapılmaktadır. Bu, genişlik ister, sabır ister; her halükârda Allah'a inanma, güvenme ve ondan razı olma ister...

Allah bu dünyada insanın içinin en içindedir, onun her şeyini açıkca bilmektedir ve âhirette de her insan bu dünyada yaptıklarını tek tek hatırlayacaktır. Bu dünyada bütün gösterilenlere rağmen hâlâ doğru yolu bulamamış olanlar, öbür dü
nyada kendi kendilerinin şâhitleri olacak; "Yâ Rabbenâ, diyecekler; kendimizin aleyhine şâhitleriz. Evet. dünya hayatı onları aldattı da kendilerinin kâfir olduklarına gene kendileri şâhitlik ettiler" (Kur'ân-ı Kerim 6/130).

Allah bu dünyada her kavme, he
r insana doğru yolu bulması için gerekli uyarıları gönderiyor. Nihaî sorgulamayı öbür dünyaya bıraktığı gibi, zulümde aşırı giden fert ve toplulukları bu dünyada da cezalandırıyor. Allah'ın yeryüzündeki insanları aydınlatmak için peygamber olarak gönderdiği Hz. Nuh'un kavmi ve hattâ ailesinden birçoğu da kendisine inanmamışlardı ve büyük bir tufanla ortadan kaldırılmışlardı (Kur'ân-ı Kerim 7/59-64; 11/25-48). Ad kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Hud'u dinlemedikleri için bir rüzgar ve kum fırtınası içinde yok edildiler (Kur'ân-ı Kerim 11/50-60; 26/123-140; 46/21-25; 69/6-8). Lut Peygamber'in kavmi de, kendisini dinlemeyip ahlâksızlığa devam ettikleri için Allah tarafından helâk edilmişlerdi (Kur'ân-ı Kerim 11/77-82) Aynı şekilde Salih Peygamber'e karşı gelen Semud kavmi, taşlardan oyulmuş evlerde kalmalarına rağmen yok edildiler (Kur'ân-ı Kerim 7/73-79; 26/146-150). Hz. Şuayb ile Medyenliler arasında da aynı şey olmuştu (Kur'ân-ı Kerim 11/84; 26176-190).

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Dem
ek ki, zaman içinde Allah ile imân ahitleşmesini unutanlar, Allah'ın her an yaratmakta olduğu şu evrendeki milyonlarca varlık ve olaydan bir ibret çıkartamayanlar, onun gönderdiği elçilere uymayanlar elim bir şekilde cezalandırılıyor.

Allah'ın yaratması s
üreklidir. Her yaratma taptazedir ve her insan bu dünyaya tertemiz olarak gelir. İçinde yaşadıkları çevre ve Hakk tebliğleri, onları, doğru inanan ve doğru davranan kişiler yapmalıdır. Ama onlar çoğu kez, geçmişte yaşamış insanların yanlış gelenekleri içinde boğulup kalırlar. Allah kendilerine duyu organları, anlayış, akıl vermişken; tabiat ve Kitap onları açık açık inanmaya çağırırken onlar inanmamakta direnirler veya atalarında gelen yanlış şeylere inanırlar. "Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış idiyseler?" (Kur'ân-ı Kerim 2/170).

Bu dünyadaki bütün yaratma Allah'ın eseridir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalamaz. Bundan daha küçüğü, daha büyüğü hariç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitapta yazılıdır (Kur'ân-ı Kerim 10/61; 35/11; 40/19). Allah, her şeyi hakkıyla murakebe etmektedir (Kur'ân-ı Kerim 37/96). O insan, madde plânında hiç bir şey değilken onu safha safha yaratan Allah'tır. Yunus, bir insanın hayat safhalarını anlattığı şiirine şöyle başlı
yor:

"Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül
Hakk'dan bize destûr oldu, hazineye düştü gönül.

Anda beni can eyledi, et ü sünük kan eyledi
Dört on günü diyeceğiz, değirtmeye düştü gönül

Yürürdim anda pinhan, Hakk buyruğu vermez aman
Vatanımdan ayı
rdılar, bu dünyaya düştü gönül." (81-82)

Bizi yaratan Allah, bu dünyada da bizi bir an olsun boş bırakmaz. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır ve bu amaca varıp varmaması hassas bir şekilde izlenir.

Allah, yeryüzündeki bütün canlıların rızıklarını, dur
acak ve kalacak yerlerini verir (Kur'ân-ı Kerim 11/6). Çünkü onun rahmet hazineleri tükenmez. İnsana düşen Rabbinin gönlüne koyduğu nûru yakalamak, O diledikçe dilemek (Kur'ân-ı Kerim 81/29) ve O'nun emrettiği şeyleri O'nun koyduğu sınırlar içinde yapımaktır. Bu görev ilk önce akıl ile tabiattaki sırları, iman ile de kendi benliğinin derinliklerinde olan iç sırları anlamak ve onlara uygun davranmaktır. Bu sırlara ulaşmadan Allah'ın halifeliğini yapmak, onun emanetini taşımak, onun en yüce varlığı olarak tabiata zulmetmeden onun tecellilerine katılmak mümkün değildir. Onun için önce ruhumuzu, kafamızı sıkıştırıp duran zincirleri kırmalı; Allah'ı bilmeli, inanmalı ve onun çok yönlü ve zor sınavına hazırlıklı olmalıyız. Çünkü bu sınav açlıkla, toklukla, yoklukla, bollukla, belâ ve kurtuluşla, hastalıkla, sağlıkla, ölümle, doğumla, neş'e ve kederle v.s. yapılır. Her durumda, Allah'a inanan onun metin ve kendini kaybetmeyen, ana yemini unutmayan kullarından olmak gerekir.

3.2. İnsan Bedeni ve Nefsi


"Miskin âdemoğlanı nefse zebun olmuştur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmıştır." (376).

İnsanlar bu dünyadaki şekilde yaratılmadan önce ruhları Allah katında günâhsız olarak bulunuyordu. Bunlar topraktan veya Yunus'a göre dört ana unsurdan yaratılmış bedenler için ko
nularak bu dünya şartlarında, çok çeşitli şekillerde sınava tabi tutulurlar. Dolayısıyla sınavda esas kontrol insan bedeni, bu bedenin ihtiyaçlarının dejenere edilmesinin insan ruhunu bozması ve onu yanlış yollara sevketmesidir.

Her varlıkta olduğu gibi,
insanda da birbirine zıt iki unsur, mânâ ve madde, can ve beden birleşmiştir. İnsana doğrular ve yanlışlar, hayır ve şer apaçık olarak gösterilmiş ve bunlar arasında istediğini seçme hürriyeti verilmiştir. Âdem, bu seçme hakkını Cennet'te ilk olarak kullanmıştır. Bu olay, insanın iradeli ve şahsiyetli bir varlık olarak ilk davranışıdır. Artık insan bedeninin istek ve arzuları, zihinsel merakları, aceleciliği, zevk peşinde koşma durumları ortaya çıkmıştır. Bu davranış insanlık hayatında bir dönüm noktası veya yeni bir başlangıçtır. Artık bir üretim sistemi başlatılarak, zamanla farklılaşıp birbirine düşman gruplar halinde çoğaldıkları bu dünya ortamına gönderilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Ey o bütün insan kümeleri! Sakının o Rabbinize karşı
gelmekten ki, sizleri o bir tek nefisten yarattı. Ondan eşini yarattı da ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretti.." (4/1). Cennet'te haddi aşan Âdem Allah'tan emirler aldı; onları yerine getirip tevbe edince, Allah da onlara "Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz" dedi (2/36). İnsanların bu dünyada çoğu zaman birbirlerine düşman olarak yaşamalarında esas sebep, herhalde nefisleridir.

İnsanlar bu dünyaya geldiklerinde tertemizdirler veya "varoluşçu" düşünürlerin
dediği şekilde hiçbir şeydirler. Her insan bu dünyada kazandığı iyilik ve kötülüklerinin toplamıdır (Kur'ân-ı Kerim 74/38). Necm sûresinde de (39. âyet) "Şu gerçek ki, insan için çalıştığından başkası yoktur" buyuruluyor.

Dünya, insan için yaratılmıştır
. "O bir yaratıcıdır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı..." (Kur'ân-ı Kerim 2/29). Bütün güzellikler Allah katında olduğu halde (Kur'ân-ı Kerim 3/14), bu dünya da -bazı şeylerle de imtihan ortamı yaratmak için- bezenip süslendi. İnsanlar bu ortam içinde birçok arzu ve ihtiyaçlarını, eğilim ve sevgilerini gerçekleştirdiler. Allah, koyduğu sınırlar içinde bu dünya nimetlerinden faydalanmamızı, Allah sevgisi üzerine çıkmaması şartıyla bazı şeyleri sevmemezi ve onlara sahip olmamızı doğru buluyor. Ancak hırs, kibir, öfke, kin, şehvet, cimrilik, yalancılık v.s. gibi birçok nefs özellikleri, insanı Allah'ın çizdiği ölçülerin dışına çekiyor. İnsan, kendinin olmayan Allah'ın nimetlerinden ihtiyacından fazlasına sahip olmak istiyor, başkalarının hakkını vermiyor, şımarıyor, kendisinin olmayan şeyleri kendisinin sanıyor. Bütün bu davranışlar insanı yanlışlara sevkediyor, onun Allah'a inanmasını, ona ibadetini, duasını, onun emirlerine uymasını zorlaştırıyor.

İnsanda nefsin kaynağı, onun bedeninin yaratılmasında kullanılan dört ana maddedir:

"Miskin Yunus'un nefsi dört tabiat içinde
Aşk ile can sırrına pinhan varasım gelir." (60)

"Risâletü'n-Nushiyye"de toprak tarafından insana sabır, iyi huy, tevekkül ve mekremet (kerem, cömertlik) sıfatları; su tarafında
n safâ, sehâ (cömertlik), lütuf ve visal (sevdiğine kavuşma) halleri; yel tarafından kizb (yalan), riya, tezlik ve nefs hevesleri; ateş tarafından şehvet, kibir, tamah ve haset tatları kazandırıldığını anlatıyor. Bu arada can da insana izzet, vahdet, hayâ ve edep huylarını vermiştir.

Nefis insanın düşmanıdır, hemen bütün nefis özellikleri insanı azdırmak için çabalar durur.

"Düşman benim nefsimdurur, tama'ıla hırsımdurur,
Tama'ıla hırsa uyan gönüllerde yer eylemez." (166)

"Hakikata bakarısan, nefsin san
a düşman yeter Var imdi ol nefsin ile vuruş, savaş, tokuş yürü.


Nefsdür eri yolda koyan, yolda kalır nefse uyan Ne işin var kimesneyle, nefsine kakı, boş yürü." (201)

Bu dünyanın şerrinden emin olabilmek için önce kibir ve kini terkedip kendi kendine bi
r hayat yaşamalıdır. Nefs, tâ ezelden beri insanın düşmanıdır. Nefsin her an harekete hazır dokuzbin haşerâtı vardır. Bunlara aldanıp uyan kişilerin yüzleri karadır. Can besleyen kişi, nefse değil canın isteklerine uymalıdır.

Kötü nefsin sultanı kibirlenm
edir. Bunun emri altında dokuz oğlan vardır ki Yunus, Risaletü'n-Nushiyye'sinde, bunlardan şunları sayar: kapısında bin kişinin beklediği; bütün cihan mülkünü alsa doymayacak olan tamah. Onun imanı dünyadır, çünkü dünyaya esir olacak kadar onu sever. Tamah hapsine düşen çıkamaz. Buna karşı mücâdele edecek olan güç, kanaattir. Bundan sonra gene aynı derecede tehlikeli olan kibir, şehvet, gazab ve haset gelir ki, nefsin bu özellikleri üzerinde ayrıntılı olarak durulacaktır.

Eğer nefsimize uymayıp dünya ve âh
irete esir olmazsak, Allah'ın doğru yolunu daha kolay izleyebiliriz.

"Soru hesap olmıyasar dünya-âhiret kovana
Münkir ü Nekir ne sorar, terk olıcak cümle murat." (45)

Dünya, Allah'ın yarattığı bir çok güzelliklerle doludur. İnsanlar da uzun boylu düşünm
eden bu güzellikleri severler.

"Çalab'ın dünyasında yüzbin türlü sevgi var
Kabul et kend'özüne, gör hangisi lâyıktır." (56)

Dünyada da, ahirette de sevilmesi gereken Allah'ın güzelliğidir. Şeytana uyarak dünya güzelliklerine temelli bağlanıp kalmamalıdı
r.

"Yunus sana hakikat, budurur buyurduğu
Gözünle gördüğüne dönüp bakma yazıktır." (57)

Çünkü insanlar canları değil, sûretleri severler. Oysa can olmayınca sûretler hemen bozulup kokmaya başlar. Öyleyse sevilecek olan özlerdir, canlardır. Yunus'un varlıktan geçmesi, dervişlik, miskinlik yolunu seçmesi, canlara, gönüllere yönelmesi bundandır.

İnsanlar derin bir gaflet uykusundadırlar. Bunca ilâhi uyarılara rağmen direnirler. Doğru yolu bulmanın ilk başlangıcı, gaflet uykusundan uyanmadır.

"Miskin Yunus
, aç gözünü, uyar gafletten özünü
Tâ bilesin kend'özünü, tanla seher vaktinde dur." (59)

Dünyanın çeşitli renklerle donanmış güzelliği insan nefsinin bazı hastalıklarıyla birleşince, çoğu insanların ömrü tamamen gaflet uykusunda geçer. Yunus'un şu gözlemi ne kadar doğrudur:

"Bir nice kişilerin gaflet gözün bağlamış
Hakk yoluna der isen, bir yufkaya kıyamaz." (70)

İnsanın hayatta dört yoldaşı vardır: can, din, imân ve nefis. Bunlardan ilk üçü ile Yunus'un başı hoştur. Ama nefis?

Tasavvuf tarihindeki m
utasavvıfların hemen hepsi nefisle mücâdele etme, onu zayıflatma (hattâ öldürme), kontrol altına alıp terbiye etmeyi öğütlemişlerdir. Yunus da bu mutasavvıflardan biridir.

"Ol dördün birisi can, biri din, biri imân
Biri nefsimdir düşman, yolda savaşıp gel
dim." (89)

Yunus'un bütün savaşı nefisledir. Ama nefse karşı yaptığı bu savaşı kazanmış ve doğru yolu bulmuştur. Çoşkulu anlarında kendini anlattığı bir şiirinde şöyle diyor:

"Irmak gibi ben çağlarım, geh gülerim geh ağlarım
Nefsin ciğerin doğrarım, kibr
ü kini yıkan benim.

Kırdım bu nefsin çerisin, bir ettim burc u barusun
Pâk eyledim içerisin, mülketini yuyan benim." (92)

Bu dünyayı böyle koyup âhiret yolculuğuna çıkmaya karar verdiği dönemde, gene ilk aklına gelen nefsi ile savaştır.

"Vuram, yıkam
nefs evini, oda yana hırs ü hevâ
El getirem şimden geri, nefs ile savaş eyleyem.

Bugün gülen kişi burda, yarın ağlayısar orda
Revan döküp gözyaşını, yastığımı yaş eyleyem." (96)

Hakk nazarı, Yunus'a doğru yolu buldurmuştur. Aklı başına gelmiş, "Hayrı şe
rden seçer olmuş", sevgisini Allah'a yöneltmiştir. Artık şöyle söylemektedir:

"Hayra döndü benim işim, endişeden âzad başım
Nefsimin başını kestim, kanatlanıp uçar oldum." (104)

Nefse uymadan Hakk yolunda dosdoğru gidebilmek için demir gibi bir yürek lâ
zımdır. Bu yürekle, her iki cihanda da doğru davranmak esastır. Nefs ile yapılan savaşta da en sağlam düstur, doğruluktur:

"Doğruluk mancınığı istiğfar taşı ile Doğru vardı atıldı, yıkıldı nefs kal'ası.


İmân aldanguçları, bilin, çoktur bu yolda Nefsine
uyanların gitmez yüzün karası.


Yüzbin riya çerisi, bilin, vardır bu yolda Nefs öldürmüş er gerek, ol çeriyi kırası." (143)

Yunus'un nefisle savaşta ikinci düsturu, kanaat sahibi olmaktır. Buna dayanarak yaptığı bir nefis savaşını da şöyle anlatıyor:

"N
asihat kandilinden bir işaret göründü
Tenim içinde canım ondan yana süründü.

Nefsimin ejderhası döndü bana hamletti
Kanaat hay demezse, yer ü göğü yer imdi.

Kanaati yar edin, uyma nefs dileğine
Eresin hakikata, yerin buldun dur imdi.

Kanaat dediğini eğer sen tutmaz isen
Nefsine uyar isen, sergerden ol, yor imdi." (146)

Aşk erine dünyada ne harir u ne palas" adlı şiirinde de, nefsi boğazından asabilmek için kanaati bir darağacı gibi kullanmak gerektiğini, bu nefsi iyice çökertmek için varı yok yapıp he
veslerden kurtulmak ve akl-ı küll içinde erimek gerektiğini anlatır (70). Bu dünyada imtihanı kazanmanın, Allah yolunda yaşayıp onun yüksek katına çıkmanın, nefis mücâdelesinden geçtiğini anlatan Yunus, insanları şöyle uyarıyor:

"Sen canından geçmedin, câ
nân arzu kılarsın
Belden zünnar kesmedin, imân arzu kılarsın.

Men arefe nefsehu dersin, evet, değilsin
Melâikden yukarı seyran arzu kılarsın." (114)

Nefsin bizi kötü yollara sürüklediği, doğru ile yanlışı ayırt etmemizi engellediği, dünya bağlarından k
oparak Allah'ın dosdoğru gerçekliği içinde hür olmamıza mani olduğu ve bu nedenle onunla mücâdele edilmesi gerektiği doğrudur. Ancak bu mücâdeleyi nereye kadar götürmek gerekir?

Unutulmamalı ki, Allah'ın bu dünyada yarattığı hiç bir terkip anlamsız değil
dir. Canlar, bu dünyadaki imtihanları bitinceye kadar nefislerine, yâni bedenlerine muhtaçtırlar. Bedenlerin günâh işlemesi değil, af dilememesidir kötü olan; yoksa günâh eğer tövbeye, Allah'ı bilmeye yöneltiyorsa insanı olgunlaştırır. Hz. Muhammed'in "Eğer günâh işlemeseydiniz; Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip ondan af dileyen bir kavim getirirdi" şeklinde bir hadisi vardır. Demek ki insan, kendisine verilen seçme hürriyetini doğru kullanıp kullanmadığını, hata yaptığında hatasını anlayıp af dilediğini, tövbe ettiğini görmek için, dünya nimetlerine düşkün beden içinde candan ibaret bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah'ın, insanı en güzel kıvamda yaratıp sonra da düşüklerin en düşüğüne indirmesi, insandaki bu can-beden terkibine işaret etmektedir.

Nefis, Allah ile insan arasındaki psikolojik bir perdedir. İnsanın bu perdeyi mutlaka aşması gerekmektedir. İnsanda ruh ve beden, can ve nefis sürekli olarak birbirleriyle mücâdele ederler. Bazı kişilerde nefis bütün bedeni ve hattâ ruhu bile kontro
lu altına alır; artık bütün yetenekler ve zekâ nefse hizmet etmektedir. Bu durumda bütün hayvanlar dünyasının üzerinde bir varlık olarak yaratılan insan, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşer.

Aslında ideal olan da, nefsi devamlı kontrol altında tut
mak, ruhun hizmetine vermek, yüce Allah'ın çizdiği sınırlar içinde yaşayarak can ile birlikte Allah'a ubudiyet (kulluk) görevini yapmaktır. Bu şekilde, kötülükten ubudiyete doğru giden bir nefsin merhaleleri, tasavvuf çevrelerinde, Kur'ân'ın bazı âyetlerine dayanılarak şöyle çizilmiştir:

1. Nefs-i emmare: Ruhun kontrolunda olmayan şehvet, kin, hırs, haset, alay, kibir, gaflet, gazap, bencillik gibi özellikleri olan kötü nefis (Kur'ân-ı Kerim 12/53 43/51-52; 2/258; 40/16). Bu safhadaki nefis büyük bir yanıl
gı içindedir. çünkü insanın canı ve bedeni bile geçici olarak kendine verilmiştir. Bunun dışındakiler ise onun değildir.

2. Nefs-i levvâme: Şüphe içindeki nefs. Burada ruh doğru ile yanlışın farkına varmıştır. Ama kendiliğinden yüce yaratıcıya bir türlü k
oşamıyor; sadece kendini kınıyor, azarlıyor (Kur'an-ı Kerim 75/1-3).

3. Nefs-i mülheme: İlham almaya müsait hale gelmiş nefse, artık içten azar azar ilhamlar ve doğrudan iyilik-kötülük bilgileri gelmeye başlamıştır (Kur'ân-ı Kerim 91/1-10).

4. Nefs-i mut
maine: İlâhî nurla aydınlanan nefistir. Artık nefs-i emmarenin baskılarından kurtulmuş, sükun bulmuş, yaptığı her işte Allah'a teslim olan nefis.

5. Nefs-i raziyye: Artık evreni Allah'ın bir parçası olarak seyredip ondan razı olan nefis.

6. Nefs-i merziy
ye: İnsanlar arasında ahlâk güzelliği, merhamet ve lütuf göstererek yaşamak.

7. Nefs-i kâmile: Çoklukta birlik, birlikte çokluk görme kademesine ulaşmış olan nefis.

Tasavvufun gayesi, insan nefislerini öldürmekten ziyade bu kademelerden geçirerek iyice o
lgun bir nefis haline getirmektir.

Burada izlenen yol da önce halktan koparak zirveye doğru çıkmak, orada temizlenip tekrar halk arasına dönmek ve insanlara hizmet etmektir. Çıkış yolu çok zahmetli olduğu için, mutasavvıfların çoğunu yoldaki engellere di
kkat çekmişlerdir. Yunus'a göre, nefsin olgunluğa doğru yükselmesi yolunda, gene nefsin içinden kaynaklanan ve dışardan da beslenen binlerce engel vardır.

Bunların başında kibir gelir. Bir şey olmak isteyip de olamayan kişinin duyduğu büyüklük zannı kibir
dir. İblis'in, Firavun'un günâhları kibirleri idi ve bu tür günâhlar affedilmez; çünkü insandaki bütün yaratıcı güçleri öldürür.

"Tekebbür nefsdür, sultanı bilmez
Çerisine iyi dirlik derilmez." (3)

"Özünden gayri kimseyi beğenmez
Yüce yerde durur, aşağı inmez." (7)

Oysa nice tahtta oturanlar yere düşmüş, nice benlik davası güdenlere sinek üşüşmüştür. Kibirlenme hatasına düşenler dinden, imândan uzağa düşmüşlerdir. Kibirlenen kişi sevilmez.

"Sakıngıl olmagıl kibirle yoldaş
Kibir kandayısa onunla savaş.
" (8)

Kibirlenenin vefası yoktur ve kibir insanın kendi kendisini de helak eder. Kibir sahibi olanlar hiç rahat edemez, kendi içlerindeki Allah'a giden yolu göremezler. Kibir, insanın kendine bakıp gururlanması, tövbe etmemesi, böylece yoldan ayrılmasıdır
. Risâletü'n-Nushiyye'sinde kibire büyük bir yer ayıran Yunus, devamlı olarak, kibirli olmama konusunda öğüt veriyor:

"Tekebbür kişinin faidesi yok
Komasa kibri pişman olısar çok.

Tekebbür kişiler ere eremez
Özünün düşmanıdurur göremez.

Kibir geldi sen
i bulatdı gitti
Ecel atı seğirdir iri yetti." (9-10)

Kibir ve "heva" ile vakit geçirenler bir gün ecelin bittiğini anlarlar. Beş-on günlük ömür için böyle kaykınmanın hiç bir anlamı yoktur. Kibirlenenlerin yeri Cehennem'de hazırdır. Kibir öylesine kötü bi
r nefs özelliğidir ki, insanın yapmak istediği birçok iyi harekete engel olur, onun içinde büyüklenmek ve âsilik vardır.

"Kibir aldı eri görünmez oldu
Daha yüksek yere binemez oldu."(12)

Kibirlenmek, büyüklük zannı ve kendini öyle gösterme, aslında küçüklüktür. Gerçekten büyük olan hiç bir zaman büyüklenmez. Yunus, kibir ve kini bırakmanın, "gerçek yolu"na girmenin ilk şartlarından olduğunu belirtiyor:

"Eğriliğin koyasın, doğru yola gelesin
Kibr ü kini çıkargıl, erden nasib olasın."(110)

Bütün hayatın b
elli bir zaman içinde, ama gerçekliğin yüksek burçlarından bakıldığında bir "an" gibi gelip geçmesi de, bu dünya hayatını çok geniş olarak değerlendirmeyi gerektiriyor:

"Miskin ol, bre miskin, gider senden kibr ü kin
Rüzgâr gelir geçer pes, kime ne kalası
dır?"(161) Kur'ân, bir çok noktalarda kibir ve böbürlenmenin ("ucb") insanlar için ne kadar kötü ve tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor (meselâ, 31/18-19; 28/76-83; 7/13). İnanan insan için ideal olan, alçakgönüllü ve mütevazi olmaktır.

İnsan nefsinin bir b
aşka tehlikeli özelliği tamah ve hasettir. Bunların her ikisini de körükleyen, aslında, hırstır. İnsan nefsi hırsa yatkın olarak yaratılmıştır; onun için hırstan dikkatli bir şekilde korunmalıdır (Kur'ân-ı Kerim 59/9; 4/128).

Bu dünyadaki her şey Allah'ı
n bitmez tükenmez hazinelerinin küçük bir parçasıdır. O, yarattığı her canlıya kendi rahmet hazinelerinden helâl rızıklar verir (Kur'ân-ı Kerim 11/6;17/31). Güzel gösterilmiş, ancak haram olduğu açıklanmış şeylerden sakınarak, Allah'ın insanlara helâl kıldığı dünya nimetlerinden faydalanmalı ve elimizde biriken fazlalıklardan da diğer insanları ve canlıları faydalandırmalıyız.

Şeytan, insanları fakir olacakları vesvesesiyle korkutmakta, insanlar da Allah'ın bolluk vaadlerini unutup (Kur'ân-ı Kerim 2/268)
ihtiyaçlarından fazlasına tamah etmektedirler.

Hırs, insanın sahip olduğu her varlığı yetersiz gösterir; hırsın olduğu yerde hiçbir varlık insanı kurtaramaz. "İnsan hırsına düşkün yaratılmıştır. Kendisine şer dokundu mu feryadı basandır. Ona bolluk ve be
reket erişince de çok cimridir" (Kur'ânı Kerim 70/19-20).

Yunus, Risâletü'n-Nushiyye'sinde, kibirle birlikte tamahı da insanı doğru yoldan çıkaran ve mutlaka altedilmesi gereken nefis özelliklerinden sayıyor. Tamah, nefsin büyük oğludur. Bütün cihan mülk
ünü ele geçirse bile, bununla yetinmez. Onun imânı dünyadır, çünkü en çok onu sever. Tabi, sevdiğinden öteye de gidemez.

"Ki sevdiğinden öte menzilin yok
Asıl mânâ bodur, söz keleci çok."(4)

Tamah kervanıyla yola çıkan, içinden hiç çıkamayacağı bir kuyu
ya, bir hapishaneye gidiyor demektir. Tamah hapishanesinin askerleri o kadar güçlüdürler ki, oraya düşen kimseyi kaçırmazlar. Bu tamah kalesini yıkacak olan, imân ve akıl hizmetindeki kanaat güçleridir.

"N'oturursun taş kapıda, gör içeri neler gezer
Tama
' arttırır dâima, saf bağlamış fitne düzer." (58)

diye başlayan şiirinde de, ancak kanaat atına binilince tamahtan kaçılacağını belirten Yunus, kurtuluşun ancak kin ve kıskançlığı ortadan kaldırmakla mümkün olacağını anlatır.

"Var, dediğim yerlerde dur,
hıkd u hasedi oda vur
İhlas gelir cümleyi yur, Yunus yolu yavlak olur."

İslâm, hırsı, tamahı ve cimriliği değil cömertliği emrediyor. Ancak bu şekilde dünya nimetlerinin esaretinden, şımarmasından, kibirinden kurtulabiliriz. Tamahı, dünya mallarından uza
k durmak olarak almamalı; bunları bol bol kazanıp ihtiyacı olanlara, kazandıklarımızın en değerlilerinden bol bol vermek olarak almalıdır (Kur'ân-ı Kerim 2/52,267; 3/92,133-134). Çünkü bu, Allah'ı sevmenin, ona güvenmenin ve ondan emin olmanın tek belirtisidir.

İnsan nefsinin bir başka tehlikeli yönü öfkedir (gazap). İnsandaki dengeyi altüst eden ve daha başlangıç safhasında yokedilmesi gereken (Kur'ân-ı Kerim 3/134) öfkeye Yunus "boşu" demektedir ve Risâletü'n-Nushiyye'de bunun bir de destanını yazmıştır.


Burada önce gazap kendini tanıtmaktadır. Cana kıymakta, baş kesmekte, yaratılmışları yok etmekte çok hünerlidir. Melek onun yoluna çıkamamakta, felek onun işini başaramamaktadır.

"Gözüme yüzbin er zerre görünmez
Hezar arslan bana berre görünmez

Boşu
derler bana key bahaduram
Düzenlik bozmağa her (dem) kaduram." (14)

Öfke, kendi varlığından dahi korkar. Öfkeyle davranan, birçok şeylerden gafildir ve imânsız ölür.

"Boşu kimdeyise imânı gider
İmân gerek ise var onu gider.

Sakıngıl boşudan ki gizlidir
ol
Nerde sezmezsem yol anda urur." (14)

Öfkede olan insan zulmettedir. İnsanın, bu kötü huyunu muhakkak bastırması gerekir.

Öfkeye karşı en iyi mücâdele sabırdır. İnsan zorluk ve zahmetler için yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 90/1-4). O halde nefisle yap
tığı savaşta Allah'tan emin olacak, ona razı olacak, teslim olacak ve zorluklara katlanacaktır. Bütün peygamberler, insanlar için birer sabır örneği olmuşlardır (Kur'ân-ı Kerim 21/85-86; 46/35; 10/109).

İnsanın tabiatında bir acelecilik vardır (Kur'ân-ı
Kerim 17/11). Allah, kötülük istemez, uzun vadede Allah'ın iradesi en iyiyi ortaya koyar; oysa insanın aceleci tabiatı bu kadar beklemeye tahammül edemez. İşlerin sonucunun vekili olma hakkı peygamberlere bile verilmemiştir; Allah bunu hep elinde tutmaktadır. Bütün işlerde Allah'a güven esastır.

Yunus da, sabırlı olmanın faziletleri üzerinde uzun uzun duruyor. Sabır, canın gıdasıdır. Sabırlı olan zevk ve safaya ulaşır, sabırlı olmaktan dolayı pişman olmaz. Yusuf Peygamber kuyuda büyük bir sabır göstermiş;
ama daha sonra da büyük bir devlete ermiştir. Sadece belâ ve eziyetlere karşı değil, her şeye karşı sabır göstermelidir.

"Sabır gerek sana her hal içinde
Sabırsuzlar kalırlar kaal içinde.

Bırak cümle işi, kıl sabr u tedbir
Erenler gönlünde olur sabırla
yer.

Nebidir ger veli yol sabra uğrar
Eğer sen de varırsan sabırla var." (20)

Sabır, bütün zor işleri bitirir. Sabır, bir nevi diri iken ölmek demektir. Peygamberimiz Hz. Muhammed, "Ölmeden önce ölünüz" derken, sabırlı olmayı başarmamızı istiyordu.

"S
aadet istersen sabrı gözin göç
Ki vallahu mu'inu's-sâbirîn gör."

Yunus'a göre hased de bir çok kötülüklerin kaynağı olan bir nefis özelliğidir. Aslında kibirin, tamahın temelinde önemli ölçüde hasetlik duyguları vardır. Kin (hıkd), çoğu zaman hasedin hem
en arkasından gelir. Haset, aslında insanı yanıltan bir duygudur ve hasetlik, bize bir takım kötülükler yaptırmaktan başka bir işe yaramaz.

"Hasud eli onun'çün ermez işe
Kime kim kuyu kaza kendi düşe." (21)

İslâm, başka insanların başarılarından dolayı h
asetlenerek kötülük yapmayı değil, insanlara yardım etmeyi, doğruyu desteklemeyi emrediyor. Haset, bencilliğin iyice aşırılaşmış şeklidir; İslâmiyet ise cömertlik ve hoşgörü dinidir.

İnsan nefsinin en zayıf yönlerinden biri de yalanla karışık, boş lüzumsu
z, zan ve meraktan doğan yanlış sözler; çekiştirme, alaylı konuşma gibi dile bağlı faaliyetlerdir. Hucurât sûresi 12. âyette zannın çoğundan kaçınmak gerektiği, kusur arama ve çekiştirmenin hoş görülmediği belirtilmiştir. Risâletü'n-Nushiyye'de gıybet faaliyetini Yunus şöyle yeriyor:

"Eğerci işlenir bühtan u gıybet
Serencam oldular bunlar melâmet.

Ki gıybet can ile kadîmi değil
Ki gıybet kandasa âdemî değil.

Çü gıybet mertebesi küfre girür
Nasibi ne ise ol anı alır.

Kişinin hayzıdır ağzında gıybet
Ki
gıybet söyleyen bulmaya rahmet.

Eğer varısa aklın, gıybeti ko
Ki gıybet kovanın haznesi dolu.

Çü buğı u gıybet ile gide tâat
Gerek bu ikiden itmek ferâgat." (30)

Gıybet ve kin, insanın ezelî ve çok tehlikeli iki düşmanıdır. Bunlar gözün ve kulağın doğ
ru algılamalarına engel olur. Bunlar âdeta gözdeki göz ağrısı, kulaktaki sağırlıktır. Bu, organların akıl tarafından yönetilmemesi demektir. Buna karşı Yunus doğruluğu öğütlemektedir:

"Farızâ her kişiye kendi sözü
Bakar kendi yoluna kendi gözü."(34)

"Kam
uya doğru dersin doğruyusan
Bulunmaz doğruluk sen eğriyisen.

Neye kim bakarısan ol yüzündür
Kime ne sanır isen kend'özündür."(36-37)

İnsan nefsinin bu sayılanlardan ayrı daha birçok kötü özellikleri ve işleri vardır: zorlama, zulüm, şehvet, hevâ, kalp k
atılığı v.s. gibi. Bunlar aslında boşuna değildir. İnsan bedeni bunlardan bazı noktalarda yararlanır. Ama bunları sürekli bir hayat tarzı yapmak veya azıcık aşırı kullanmak insanı muhakkak bozar. Günâh ve yanlış hareket, kul olduğumuzu hatırlamanın, doğruyu sezip tövbe ederek iman safhasına geçmemizin başlangıcıdır. Belki bu nefis özelliklerinin eserleri, tövbeye zemin teşkil ederek bizim ruhen gelişmemizin bir sebebi olabilir. İslâm, her an taze ve geniş imkânları olan bir hayat sunmaktadır. Yapılan bir hatanın anlaşılması, bunun bir daha yapılmaması kararı verilmesi ve bu kararla Allah indinde ahitleşme insanı yükseltir ve yüceltir. Böylece insan günâhları ve hataları üzerinde yükselmiş, onları basamak yaparak doğru yolu bulmuş olur. Bu şekilde tövbe, insanla Allah arasında "Elest" günündeki sözleşmenin her an yenilenmesi demektir. Tabî burada sığındığımız, Allah'ın bütün âlemleri kapsayan sonsuz rahmetidir. Tövbenin kabulü ise, önce Allah'ın rızasına, sonra kulun kararlılığına bağlıdır.

Kul hata işler, tö
vbe eder; böylece gaflet uykusundan uyanır, gururu, kibiri bırakır. Kendine çekidüzen vererek Allah'ın bir kulu olur. Yunus Emre de sık sık hatalarını saymakta ve tövbe etmektedir.

"Bu ömrüm yok yere harc etmişim ben
Canımı gör, ne oda atmışım ben.

Kimes
ne kimesneye etmemiş ola
Anı kim kendime ben etmişim ben.

Amelim ne ki varsa hep riyadır
Acebdir ihlası unutmuşum ben.

Biçâre Yunus'un çoktur günâhı
Anın dergâhına yüz tutmuşum ben."(186-187)

Yunus'un ölümden korkmasının temelinde de, büyük ölçüde, bu
dünyada ettiği kötülüklerin hesabının "öte dünyada" sorulacağı inancı yatmaktadır:

"Ey yarenler, ey kardeşler, korkarım ben ölem deyü
Öldüğümü kayırmazan, itdüğümü bulam deyü."

Ey bîçâre miskin Yunus, günâhın çok neylersin
Sığındım ol Allah'ıma, dedi
hem afv idem deyü." (192-193)

Yunus'un tevbesi ve af dilemesi sadece kendisi için değil, bütün günâhkâr kullar içindir:

"Kullar senin, sen kulların, günahları çok bunların
Ucmağına koy bunları, binsinler Burak Çalabum.

Ne ilmim var ne tâatım, ne gücüm
var ne tâkatım
Meğer senden inâyetim, kıla yüzüm ak Çalabum."(92)

Yunus sık sık, Nisâ sûresi 7. âyetinin mânasına uygun olarak iyi ve güzel olan her şeyin Allah'tan, kötü ve çirkin olan herşeyin de kendi nefsinden geldiğine inanmakta; nefsini aşağılamak
ta, "melâmet makamından" söylemektedir:

"Dışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoş
İllâ ettiğin işi, dinin değşüren etmez.

Yunus eksikliğini Allah'ına arz eyle
Onun keremi çoktur, sen ettiğin ol etmez."(168)

3.3. İnsanın manevî yönleri

3.3.1. Akıl ve bilgi


Akıl, Allah'ın yarattığı ilk şeydir. O da ruh gibi son derece lâtiftir; bizim, ancak eserlerini görebileceğimiz, kendisine ulaşamayacağımız değerli bir şeydir.

Akıl, insan ruhunun bir sıfatı olarak da açıklanmaktadır. Ancak akıl algılara, algı da maddeye bağlıdır. İnsan hangi ortamda hangi maddelerle yaşıyorsa algıları, bilgisi ve aklı ona göre oluşur İnsan aklı, insanın içinde yaşadığı maddî gerçeği anlayıp ondan faydalanarak, ona uygun rahat bir hayat sürmesi içindir. Ama o, herşeyi sebep ve va
sıtalarla algılamaya ve çözmeye çalıştığı için sık sık çok cesurca girişimlerde bulunur.

İslâm dini, inanmayı büyük ölçüde akıl üzerine kurmuştur. Çünkü inanmak için bu dünyadaki bir çok şeyi anlamak, bilmek gerekir. Görüleni, duyulanı, algılanan her şeyi
bilgi sistemine yerleştirmek ve onu da imanın temeline koymak gerekir. Yoksa akıl ve bilgi üzerine kurulmayan bir iman, öncekilerin bilinçsizce bir taklidinden başka bir şey olamaz. Eskilerin âdet ve yanlış inançlarına taklitle körü körüne bağlı kalma ise, Kur'ân-ı Kerim'de âdeta yasaklanmıştır. İslâm dini bir çok âyetinde insanları düşünmeye, incelemeye, göz önüne almaya, tedbire, rasyonel davranmaya, anlamaya davet eder ki, bunların hepsi de akıl ile ilgili fonksiyonlardır. Kur'ân'da, akıllıları inanmaya ikna ile ilgili 766 âyet vardır.

İslâm dini belli bir noktaya kadar aklı rehber edinir, o noktadan sonra da akla rehber olur. İslâm, aklı ve düşünceyi taklit zincirinden kurtarmaya; insanı kendi duyumları ve muhakemesi ile devamlı taze bilgiler oluşturm
aya davet eder. İslâm, insandan hür fikir ister; bu da akılla olur. Aklı ve düşünceyi sınırlayacak, esir edecek her türlü sisteme ve geleneğe karşı çıkar. O, inanmaya mecbur etmez, çeşitli delillerle inanmaya davet eder.

Hz. Muhammed de, bir çok hadisleri
nde insanın dininin aklı olduğunu; aklı olmayanın dininin olamayacağını veya doğru inanca ulaşamayacağını, inancın ancak akıl derecesinde olabileceğini belirtir. Mes'elelere her durumda akılla yaklaşmalıdır. Düşünmek (nafile) ibadetten hayırlıdır ve insanların birbirlerine üstünlükleri ancak akılları oranındadır; çünkü iman da, iyi amel de akıllı olmaya bağlıdır. Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Biz, bu ölçüye dayanarak iyiyi kötüden ayırabiliriz.

Ancak, akıl konusunda kelâmcıl
arla nasçılar ve mutasavvıflar arasında bir hadis uydurma yarışı başlamış, aklı öven veya kötüleyen bir çok uydurma hadis söylenmiştir.

İnsana verilen akıl, Tanrı katındaki tümel akla göre zaman, mekân ve algılarla sınırlı ve bunlara göre hareket eden bi
r akıl olarak verilmiştir. Eğer akıl bu dünyadaki maddelerle, algılarla sınırlanır ve zanlar arasında boğulup kalırsa, insanın ayağına dolanan, onu karanlıklara götüren bir "rehber" olmuş olur. Ama eğer bu dünyadaki anlamlara yönelir, maddelerin ve olayların idarecisi olan bilgiyi kavrar ve oradan Allah'a yönelirse, Hakk'ın tecellilerine en doğru bakış ile bakmış ve insan için bu dünya hayatında en iyi rehber olmuş olur.

Ruh, nur, akıl aslı bakımından görünmez; bunları ancak maddedeki yansımalarıyla görürü
z. Ruh maddede çeşitli varlıklar şeklinde yansır, nur görüntüler şeklinde, akıl da bilgi şeklinde. Meselâ, güneş olsa da varlıklar olmasa, onun ışığını göremeyiz. Aklı görebilmemiz için de madde gereklidir.

Madde sistemi, onun algılanması, sebep-sonuç bağlantılarının ortaya konması bizi bilgilere ulaştırır. Bilgiler gerçeklere dayandığı için, bilgi sistemlerinin taranıp karşılaştırılması olan düşünce de gerçeğe uygun olmalıdır. Gözlerimiz, Allah'ın tecellisi olan realiteyi görür, düşünceler de bu realite
üzerinde olmalıdır.

Bilgi, tecelli ve varlıktır; varlık olmasa bilgi de olmaz. Maddelerle ve sebeplerle biliş, vasıtalı biliştir. Bilginin gelişmesi, ortamın ve maddenin gelişmesiyle, daha iyi bilinmesiyle olacaktır. Allah devamlı tecelli eder, şekilleri
devamlı değiştirir ve bu şekilde hakikat da devamlı ortaya çıkar.

İnsan, hem madden hem de mânen en yüksek varlıktır. Bütün varlıkların, bütün canlıların tabiatları insanda vardır. İnsan gerçeğe ulaşmada, bu kademelerin hepsinden faydalanmak zorundadır. İnsanın, canlılar içinde madden en yüksek olmasını, onun cinsel hayatında, mânen yüksekliğini ise, bilgide ve inançta görüyoruz. Dolayısıyla insan, aşağıların en aşağısı ve yükseklerin en yükseği olma potansiyelini elinde bulunduruyor. Bu madde-mânâ sentez
inde, insan, ilkönce maddeyi bilerek işe başlamalıdır. Madde bilinmeden mânâyı bilmeye çalışmak koca bir vehimdir, boş şeyle uğraşmaktır.

Mânâ bilgisine maddiyattan geçilir. Kâmil insan, varlık kademelerinin hepsinden sırayla geçmelidir. Maddeyi kaldıraca
k olursak ruhumuz neyi algılayacak, aklımız neyi bilecektir. İşe maddeden başlamalı, ancak maddeye hapsolup kalmamalıdır: Çünkü sebepleri ve sonuçları anlamlar katında yakalamak gerekir. Maddede kalan insan, yaratılışta kendisine verilen potansiyeli kullanmamış, hem maddeyi hem mânâyı anlayabilecek bir göze ulaşmamış demektir. Unutmamalı ki, madde ve mânâ bir bütündür; bir tanesi olmadan bir diğeri işe yaramaz. Ancak maddeler geçici, mânâlar ise süreklidir. Bu nedenle bilgi tek tek maddeler üzerine kurulamaz, zaman ve mekân içinde onların bir çoğunu kuşatan mânâlar üzerine kurulur.

Tasavvufta, aklın tanrılaştırılmasına, her şeyin onunla açıklanıp yapılabileceği inancına kesinlikle karşı çıkılır.

Akıl, Allah'ın yarattığı ve insanlara bahşettiği potansiyel
bir güçtür. İnsan bu gücü kullanarak çevresinden elde ettiği algıları sistemleştirir, temel bilgileri oluşturur, bu temel bilgilerle düşünür ve gene içinde yaşadığı realiteye uygun yeni bilgilere ulaşır. Ancak bu bilgiler, gerçeği her an yaratmakta olan Allah'ın iradesine tâbidir. Dolayısıyla Allah'ın iradesine girmeyen bilgi ve akıl olamaz. Aklı ve bilgiyi bu yüce iradenin dışında veya üstünde tuttuğumuz an, bilgi ve akıl ayrıntılarda doğru ve güvenilir olsa bile temelde yanlış ve güvenilmez olur.

Bütün işlerin başında da, sonunda da Allah yetkili ve vekildir. Evrendeki her şeyi yaratan odur ve her şey, onun kendisine verdiği görevleri yapmaktadır. Bizleri de, yapmakta olduğumuz şeyleri de yaratan Allah'tır (Kur'ân-ı Kerim 37/96). O dilemeyince biz dileyemeyiz bile (Kur'ân-ı Kerim 81/29).

Hem yaratılışla bu kadar içiçe hem de yaratışın kayıtsız-şartsız hâkimi olan, hattâ bu evrenlerin yaratılışı onun çok kolay bir işi olan Allah'ın katına akılla ulaşabilme, onun akıl tarafından kapsanması, baştan imkânsız
bir şeydir. Akıl, ancak Allah'ın bu varlıklar evreninde yarattığı varlık ve oluşların bazı anlamlarına ulaşıp, bizim bu dünyada doğru bir hayat yaşamamızı sağlar.

Evrenin yaratılmasında iki yön vardır; mülk ve melekût. Mülk, yaratılan her şeyin, insanların ve diğer canlıların duyu organlarıyla algılanan tarafıdır. Melekût ise, varlıkların ve olayların görünmeyen ama mülkü yönlendiren bölümüdür. Allah, her şeyin melekûtunu elinde bulundurur (Kur'ân-ı Kerim 36/83).

İnsanlar ve canlılar evrenin her tarafın
dan her an fışkırıp duran Allah'ın âyetlerine bakıp, onları akılları ile değerlendirerek doğru yolu bulurlar. Bunlar, insanların kolaylıkla anlayıp doğru yolu bulacakları şekilde düzenlenmiştir.

Kur'ân bile, ilim sahibi olan insanların iyice anlayabilmel
eri için tam bir eğitim kitabı tarzında indirilmiştir. Bu hususta bir çok âyet bulunmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 6/65,97-98; 7/32; 30/22,37; 10/101; 16/11-12,79,104-105; 2/164,221,266; 24/1; 14/25; 57/9; 3/190; 51/20-21; 41/53 gibi)

Maddeye, dış dünyaya ait sırları çözebilecek olan akıl, iç sırları, duyu organlarımızla farkedemediğimiz melekût evrenini de çözebilir mi? Buna "evet" cevabı vermek zordur. Çünkü iç sırları anlamak için akıldan başka "lübb" sahibi olmak gerekir.

Maddî hayatı anlamak ve çözümlemek
tek hedef olmamalıdır. Fenlerin ve hattâ irfan ve marifetin üstüne çıkıp "yakîn" bilgi sahibi olmak gerekir. Bunun için her an ve doğrudan Allah'ın öğretmenliğine (Kur'ân-ı Kerim 2/282), onun furkan ve nuruna (Kur'ân-ı Kerim 8/139), onun yol göstermesine (Kur'ân-ı Kerim 29/69) ve onun "ilm-i ledün" öğretmesine (Kur'ân-ı Kerim 18/65) ihtiyacımız vardır.

Mutasavvıfların belli bir dereceye kadar aklı gerekli görüp övmeleri, belli bir noktadan sonra, onun bir işe yaramayacağını, hattâ insanı yanlış yollara gö
türebileceğini belirterek yermeleri Yunus'un eserlerinde de görülmektedir.

Risâletü'n-Nushiyye'de Yunus Emre'den bize kalan azıcık düzyazı "fî ta'rifi'l-akl" adını taşımaktadır. Burada akıl üçe ayrılıyor:

1) Akl-ı ma'aş; dünya tertiplerini bildirir. 2) A
kl-ı ma'ad; âhiret ahvalini bildirir. 3) Akl-ı küll; Allah-ı Taâlânın marifetini bildirir.

Buna göre iman da üçe ayrılıyor: akıldaki iman "ilm el-yakîn", gönüldeki iman "ayn el-yakîn", candaki iman da "hakk el-yakîn"dir.

Akıl, nefsin kötü özelliklerine k
arşı insanları sürekli uyarır. Yoksa tamamen nefs isteklerine göre yaşamak, olayların ardını önünü düşünmemek, insanca değil hayvanca bir yaşayış olurdu.

Mutasavvıflar, kelâmcıları ve özellikle realitenin yanlış yorumlanmasına yol açan akıl yürütmeyi redd
ediyorlar. Âdem ile meleklerin sınavından sonra, Âdem'e secde emrine İblis'in uymamasına aklının, yaratılış malzemelerini karşılaştıran akıl yürütmesinin sebep olduğunu; varlıkların tabiatlarındaki şeylerin ancak Allah'ın istemesi ve emri ile kendini gösterdiğini, dolayısıyle Allah'a inanmanın akıldan ve akıl yürütmeden önce geldiğini belirtiyorlar.

İnsanları hayvanlar grubundan ayıran en önemli özelliklerinden biri akıldır.

Akıl kibire, kine, tamaha karşı kanaati öğütler, bunların faydasız olduğunu göste
rir, bu dünyaya aldanmamak gereğini anlatır. Akıl, maddeye ve mânâya karşı âdildir, bu yüzden insana da âdil yol gösterir.

"Akıl adl ıssı bir ulu kişidir
Meded etmek sana anın işidir."(11)

Eğer devlet gerekse alka danış
Mürebbisiz ileri varmaya iş."(13)

İnsan bedeninde, nefsin kötü niyet ve amellerine karşı aklın bir çok casusları vardır. Bunlar bütün vücuttan bilgileri akla ulaştırır. Akıl buna göre düşünür, insanı doğru yoldan ayırmayacak, ama nefsin ihtiyaclarını da karşılayacak tedbirler alır. Bu noktada, sabır ve kanaat gibi aklın yardımcıları da vardır.

Risâletü'n-Nushiyye'nin "destan-ı akl" adlı bölümünde de insanlardaki "akl-ı cüz'inin" onlara yapabilecekleri iyilikler üıerinde durulmaktadır. Burada gene, aklı olanın nefsin kötü huylarına en azgı
n isteklerine karşı duracağı; çünkü bu huy ve isteklerin insanların görüşünü, duyuşunu ve düşünmesini engellediği belirtilir. Bunlar insandaki göz ağrısı gibidir. Kendi nefsine bu kadar esir olan, aslında, kendi özüne düşmanlık yapmaktadır. Aklın insanlara en büyük faydası, onlara doğru yolu göstermesidir. Bu dünyanın da, öte dünyanın da temeli inanç ve doğruluktur.

Yunus'a göre akıl, can ve aşk aynı mekândandır, ezelî vatandandır.

"Evvel dahi bu akl ü cân, senin ile asl-ı mekân
Ahır yine sensin mekân, uş varıram senden yana."(41)

Vücuttaki karanlıkların ortadan kaldırılması için ruhların akılla birleşip nur haline gelmeleri gerekir. İnsan tabiatının nuru akıldır.

Akıl tecrübeyle birleştikten sonra parlaklığı artar, güçlenir. Bu nedenle duyu organlarının temiz ve doğru algılarına ihtiyaç vardır. Yunan idealist filosoflarının duyu organlarına güvenmemelerine karşılık İslâmiyet, duyu organlarını Allah'ın insanlara verdiği en değerli nimet olarak görür; bakın, görün, işitin ve ona göre hareket edin, çünkü
bu dünyadaki hareketlerinizden yarın sorumlu olacaksınız, der.

Ancak insandaki beş duyu organının bilgili, inançlı ve içimizdeki eşdeğeri duyu organlarıyla birlikte hareket ederek algılaması gerekir. Bilgili ve inançlı bir insan gözünün bir hayvan gözünd
en, eğitilmiş bir insan kulağının bir hayvan kulağından, hattâ bir makine kaydından farklı algılaması gerekir.

İnanç ve bilgiyle yapılanmayan bir akıl, hem duyu organlarını yanlış yönlendirir hem de oradan gelen algıları yanlış yorumlayarak insanı felâke
tten felâkete sürükler. Böyle bir durumda Ahmet bin Meşruk et-Tusî şöyle diyor: "Aklıyla, aklından aklı için korunmayan, aklıyla felâkete düşer, helak olur."

Akıl ve duyu organlarımız, bu yaratılmış ve her an yaratılmakta olan evreni bilmek için vardırla
r. Ama o bu evreni bırakıp onu her an yaratmakta olan Allah'ın zâtını bilmek isterse, gücünden büyük bir işe kalkışmış olur, bilmek istediği şeye ulaşamayacağı gibi bir çok hatalar yapmaya da başlar.

Akıl, ancak inanç ve Allah aşkı ile birleşirse yaratılış amacına uygun çalışmaya başlar. Zaten insanın maddî varlığı gibi manevî varlığı da, Allah'ın yardımı ve yol göstermesi ile bir kararda durur. "Gönlüm cânım, aklım bilüm senin ile karar eder
Cân kanadı açık gerek uçuban dosta gitmeğe."(38)

"Aklım başıma
gelmedi aşk şarabın tatmayınca
Kendiliğimi bilmedim gerçek ere yetmeyince.

Kendi bilişi ile kişi hiç erişe mi menzile?
Allah'a eremez kalır, er eteğin tutmayınca."(193)

Aklın, gönlün ve canın birlikte çalıştığı, bunların birbirine destek olduğu, birbi
rlerini yönlendirdiği, Yunus'un çeşitli şiirlerinde işlenmiştir.

"Can neye ulaşır ise, akıl da âna harcolur
Gönül neyi sever ise, dil ânı şerh etse gerek."(172)

Yunus için "bilmek" demek, Hakk'ı bilmek demektir. O, varlık düzeyindeki bilgileri gerçek bi
lgi olarak kabul etmez; bunları bırakarak yüksek bilgiye yönelmemizi ister.

"İlm ile, hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz.

Alem ilmin okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el vuramaz.

Yunus c
ânını terket, bildiklerini terket
Fena olmayan sûret, şâhına vâsıl olmaz."(167)

Allah, bu tabiatı yaratırken bütün varlıkların içine kendi özelliklerini gösteren ve varlıklarını sürdürecek; bütün olayların içine de onun akışını, oluşunu yönlendirecek bil
gi sistemlerini koymuştur. Bunun için tabiatın her yanında devamlı olarak Allah'ın ilmi fışkırır. Tabiatın oldukça sabit veya az değişir bilgi sistemlerine karşı, insanda büyük bir bilgi potansiyeli her kuşakla birlikte boş olarak gelir. Böylece her insana, kendi bilgi sistemini yeniden oluşturma, ona göre seçme ve doğru yolu bulma hürriyet ve sorumluluğu verilmiştir. Bu nedenle eskinin gelenekleri ve bilgi sistemleri karşısında her insan tamamen bağımsızdır. Tabiattaki ve kendi dünyasındaki âyetleri çok iyi değerlendirip yorumlayarak doğru yolu bulabilir. Bu noktada Allah'ın insanlara güveni sonsuzdur. O, gerek melekler, gerek insanlar karşısında "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" uyarısını yapmıştır (Kur'ân-ı Kerim 2/30).

İnsanda doğuştan gelen sabit bir bilgi sisteminin olmayışı, ona, zamana ve mekâna göre bilgisini sürekli kontrol etme ve yeniden oluşturma şansı verilmesi, onun yaratılışındaki en büyük hikmetlerden biridir. Allah'ın tecellisi devamlı olduğundan, ona, Allah'ın tecellisine tam anlamıyla katılma fırsatı verilmektedir.

İçinde yaşadığımız zaman ve mekân boyutunda, gerçekler bütün insanların rahatça anlayabilecekleri kadar açık olsaydı ve bütün insanlar bunu, doğru yolu bulacak derecede anlasalardı, gene insan yaratılışının bir anlamı k
almayacaktı. Oysa gerçeklik bütün insanların akıllarına, ruhlarına ve duyu organlarına aynen yansımıyor.

Bunun için insanların eğitilmesi gerekir.

Bu eğitim konusu üzerinde daha sonra ayrıntılı olarak durulacaktır. Ama burada, akıl ve bilgi konusuyla bağ
lantıları bakımından birkaç noktaya değinmek gerekir. Doğru bilgiye ulaşmada, aklı doğru kullanmada bir rehberin, bir mürşidin, bir şeyhin yardımına ihtiyaç vardır. Çünkü onlar daha önce doğru yolu bulmuşlar, kurtuluşa ermişler ve tekrar insanlara hizmet etmek üzere insanlar arasına gelmişlerdir (son noktaya ulaştıktan sonra tekrar başa dönmüşlerdir). Bu yola girmek isteyen kişi böyle bir ere kulluk etmeye başlayacak, onun himmetini, onun kendi ruhunu eğitmesini bekleyecektir.

"Yunus sen ârif isen, anladım
bildim deme
Tut miskinlik eteğin, âhır sana gerektir."(57)

Miskin olup bir şeyhe ulaşınca, onun, önceyi ve sonrayı bilen bilgi ve duyuşuna sığınmalıdır. Bu yolda da, kendi zayıf ve güvenilmez bilgisini muhakkak bırakmalıdır.

"Alın evliyanın elin, doğru
varın Hakk'ın yolun
Ma'ni budur belli bilin, bildim diyen bilmeyiser.

Yunus, imdi bildim deme, miskinliği elden koma
Kimde miskinlik varısa, Hakk didarın ol göriser."(155)

3.3.2. Gönül ve sevgi


Yunus için insanın esas varlığı, içindeki ilâhi ben idi. İnsanın canı, aklı, bilgisi, kalbi, gönlü, sevgisi bu benliğin ana özelliklerini meydana getiriyor. İşte, insanın içinde, yüce Tanrı'ya en yakın olan, Allah'ı bilip, onu ve yarattıklarını sevip Allah'ın halifesi olarak insanın doğru iş görmesini sağlayaca
k olan gönüldür. Allah, inanan kullarının gönüllerindedir. Yunus şöyle diyor: "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalap gönüle baktı
İki gönül bedhahtı, kim gönül yıkar ise." (119)

İnsana Allah'ın kendi ruhundan üflediği ve yüksek Tanrı katından bir parça olarak içimi
zde var olan şey gönüldür; gönüldeki inanç ve sevgidir. Yunus'un, dizeleri "düştü gönül" redifli ve insanın yaratılışından ölümüne kadar olan hayat dönemlerini anlattığı bir şiirinde, insanda hayatı yürüten aslî şeyin gönül olduğu belirtiliyor:

"Ata belin
den bir zaman anasına düştü gönül
Hakk'dan bize destur oldu, hazineye düştü gönül.

Andan beni can eyledi, et ü sünük, kan eyledi
Dört on günü diyiceğiz, değirtmeye düştü gönül.

Yürüridim anda pinhan, Hakk buyurdu vermez aman
Vatanımdan ayırdılar, bu d
ünyaya düştü gönül."(198)

Burada, gönlün insandaki aslî varlık olduğu, canın dahi insana belli bir dönem gelip gitmesine rağmen, gönlün candan ve akıldan önce ve sonra hep insanla beraber olduğu anlatılıyor.

İnsandaki en yüce makam olan gönlün özellikler
i nelerdir? Yunus bir şiirinde kendi gönlünü şöyle anlatıyor:

"Hakk bir gönül verdi bana, hâ demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdi olur, bir dem gelir giryân olur

Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dür döker, derdilere
derman olur.

Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner tahte's-serâ
Bir dem sanasın katredir, bir dem taşar umman olur." (156)

Bazen câhil olup hiç bir şey bilmeyen gönül, bazen hikmetlere dalıp büyük bilginler gibi bilgi sahibi olur. Bazen viranelerde dolaşır, bazen "ins ü cânın sultanı" olur. Bazen müslüman, bazen hırıstiyan, bazen Hz.İsâ gibi müşfik, bazen Firavun gibi kibirli ve mağrur olur.

"Bir dem döner Cebrâil'e, rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh olur, miskin Yunus hayrân olur."(156)

A
llah'ın sevgi ve inayetine mazhar olmak, doğru yaşamaya niyetlenip bu yola girmek için, önce gönüldeki pislikleri temizlemek, gönlü arıtmak gerekir.

"Bir dona kan bulaşıcak, yunmayınca mismil olmaz
Gönül pisi yunmayınca namaz revâ olmayısar.

Gönül pisin
yudun ise, kibr ü kini kodun ise
İkrâr bütün olmayınca erden nazar olmayısar."(47)

Gönlü temizlemenin şartı bütün nefis aldatmalarına karşı durmak, ikilik etmemek, yalan söylememek, söylediğinde samimi olmaktır. Sırat'ın çok ince bir yol, bir köprü olduğu şeklindeki söyleyiş, doğru yaşamanın inceliğini anlatmak içindir.

"Er ile yoldaş olan key olası gönülden
Alem yoldaş olurdu, olurmısa dil ile.

Dilden nesneye gelmez, suyıla gönül yunmaz
Gerçeğin gelenleri yederler bir kıl ile." (121)

Gönül yaşayışı
sadece söz ve dil ile bir söyleyiş değil, gerçek bir yaşayıştır; yapmaktır, etmektir. Allah'a giden yol, insanın gönlünün içindedir. İnsan bu sırra ulaşıp oradan esas gerçeklik dünyasına geçmelidir. Yunus, Risâletü'n-Nushiyye'-sinde bu yolu şöyle anlatıyor:

"Hakk'a giden yolu gönlü içinde
Göremez ol anı yaddır ilinde.

Unat gör Hakk yolu gönülde sırdır
Bu cümle hâslar gönülde birdir.

Şular kim ol gönülden taşra kala
Nasibin aldırır ayruk ne ala.

Gönül an bilir gönül haberin
Kamu' gönüllerin içinde va
rın."(8)

Bütün gönüllerin içinde aynı öz olan "iman" olduğu için, gönülden gönüle yollar vardır. İnsanların anlaşmaları söz ile olur. Oluşu sürükleyen, en güzel şeyleri yaratan sevgi buradan kaynaklanır. Bu bağlantıyı Yunus şöyle ifade ediyor:

"El kalb ü
min-el-kalb-i rezvenûn sorun nedir?
Her gönülden gönüle rast doğru yol değil mi?"(132)

Gönül, ezelî vatandan, Allah katından gelmiştir ve hep oraya özlem duyar, oraya gitmek ister. Burada gariplik duyar, âvâre âvâre dolaşır, gördüğü bütün nesnelerden ken
dine yardım etmesini ister.

"Daşdın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?
Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlar mısın?

Nidem elim ermez yâre, bulunmaz derdime çâre
Oldum ilimden âvâre, beni bunda bağlar mısın?

Harâmi gibi yoluma aykırı inen kar
lı dağ
Ben yârimden ayrı düştüm, sen yolumu bağlar mısın?

Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?"(190)

Yunus'un varlığındaki en yüce makam gönlüdür; gönlünün asıl vatanı olan Allah katından ayrılm
ası, onda büyük bir rahatsızlık yaratmaktadır.

"Bir nazarda kalmayalım, gel dosta gidelim gönül
Hasret ile ölmeyelim, gel Dosta gidelim gönül."

diye başlayan şiirinde, can bedeni terketmeden, oraya düşman girmeden, yol için hazırlık yaparak, ili-şehri t
erkedip şeyh katındaki durağa ve oradan da asıl vatana gitmek ister.

"Bu dünyaya kalmayalım, fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım, gel Dosta gidelim gönül."(173)

Allah, Yunus için tek Dosttur; Allah katı Dost ilidir. Bu dünyada insanın tek kılavuz
u gönüldür. Ona kılavuz edinen arzu ve hevadan geçer, öne-sona bakmaz. Bu nedenle ölüm anı gelmeden canı uyarmalı, Hz. Muhammed'in deyişiyle "ölmeden ölmelidir". Yunus, bu gerçeği şöyle şiirleştiriyor:

"Ölüm haberi gelmeden, ecel yakamız almadan
Azrâil h
amle kılmadan gel Dosta gidelim gönül.

Gerçek erene varalım, Hakk'ın haberin soralım
Yunus Emre'yi alalum, gel Dosta gidelim gönül."(173)

Tanrıya gitmek isteyene, Tanrı "Hamza'ca kuvvet" verir. O zaman insan bütünleşir, bir büyük kuvvet olur.

"Gönlüm c
ânım, aklım, bilim senin ile karâr eder
Can kanadı açık gerek uçuban Dosta gitmeğe."(38)

Dosta gitmeye niyetlenen kişi için, Cennet ve Cehennem'i bile bu yolda kendini engellemeye çalışan bir tuzak olarak görür ve önem vermez.

"Tutulmadı Yunus cânı, geç
ti Tamu'dan Uçmağı
Yola düşüp Dosta gider, ol aslına uyakmağa."(38)

Yunus'un bedeni bu dünyadandır; burayı sever, burayı ister. Ama gönlü başka bir vatandandır ve vatan hasreti ile tutuşur. Kendi öz vatanına doğru sefer eyleyip bir kere Hakk'ın yüzünü gö
ren gönül, artık bu dünyadaki hiçbir şey ile oyalanmamakta, Yunus'u tekredip gitmektedir. Bu durumdan şöyle şikayet eder Yunus:

"Nidem ben bu gönül ile, benim ile bir dem durmaz
Ma'şuk yüzün gördü meğer, öğütleyip öğüt almaz.

Tanrı için, ey ulular, gönl
üm bana buluverin
Vardı, dost ile buluştu, buna geri boyun vermez.

Bunun gibi gönül ile nice dirlik edebilem
Bıraktı yabana beni, bir dem gelip halim sormaz.

Gönül bana yoldaş iken zühd ü taat kılarıdım
Yıkıldı bu tertiplerim, gönülsüzüm, elim ermez.
...
Eydür isem eyâ gönül hani fariza ya sünnet
Eydür yok teşvişi ko ya bu seviye amel sığmaz.
...
Gönlüm dahi, canım dahi, el-bir etti şol ikisi
Yüzbin Yunus'tan feragat, Dost yüzünden gözün ermez."(69)

Allah ile buluşan gönül, artık Yunus'un geride kala
n, "yabanda kalan" varlığı ile hiç ilgilenmez, onu "Hakk'ı görmez" olarak niteleyip hiç değer vermez, nefisten gelen her türlü çekici sözlere kulağı tıkalıdır.

"Aldı benim gönlümü n'olduğum bilemezem
Yavı kıldım ben beni isteyip bulamazam.

Gönülsüz gird
im yola halimden gelmez dile
Bir dem derdim demeye, bir dertli bulamazam."(93)

Yunus kime şikayet etsin ki, onun gönlünü alan Allah'tır. O da onun aşkıyla iyice esrimiş, kendinden geçmiş, hattâ bu esriklik içinde "Ene'l-Hakk" demine gelmiştir.

"Bu benim
gönlüm alan doludur cümle âlem
Kancaru bakar isem onsuz yer göremezem."(93)

Yunus için, kendi varlığındaki ve insanların içindeki en değerli şey gönüldür. Çünkü orası inanmanın merkezi, insanda Allah'a giden yolun başlangıcı, hattâ inanmış kullarda Alla
h'ın insanın içine doldurduğu bir kaynaktır.

"Gönül mü yeğ Ka'be mi yeğ, ayıt bana akl' eren
Gönül yeğdirir zîra kim, gönüldedir dost durağı.

Bin kez hacca vardın ise, bin kez gaza kıldın ise
Bir kez gönül kırdın ise, gerekse var yollar doku." (135)

B
edenler geçicidir, gönüller ise yaşamaya devam eder. Bâki kalan ve Hakk katına giden, onunla tanış olan gönüldür. Gönül yıkan kişinin diğer bütün emeklerinin boş olduğunu Yunus çeşitli şiirlerinde anlatır:

"Ak sakallı pir koca, bilinmez hali nice
Emek ye
mesin hacca, bir gönül yıkar ise.

Gönül Çalab'ın tahtı, gönüle Çalap baktı
İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise."(119)

Gene başka bir şiirinde, en yoğun ve meşakkatli ibadetlerden daha iyi olanın, bir gönüle girmek, bir gönül yapmak olduğunu anlatır:

"Yunus Emre der Hoca, gerekse var bin hacca
Hepisinden eyice bir gönüle girmektir."(163)

Önemli olan, Allah yoluna girip iyilikler etmek, güzel konuşmak, "alçakta durmak"tır. Bunların zıddını yaparak bir yere varmak mümkün değildir.

"Bir kez gönül yıktı
n ise bu kıldığın namaz değil
Yetmişiki millet dahi elin yüzün yumaz değil."(176)

Bütün kulların bu dünyadaki davranışlarını düzenleyen "büyük" öte-dünya armağanı Cennet'e ulaşma da, iyilik yapmaya ve gönülleri hoş tutmaya bağlıdır.

"Uçmak Uçmak dediğin
, kulları yeltediğin
Uçmağın sermayesi bir gönül etmek gerek."(171) İnsan, duyu organlarının "dış algı"larına göre değil, onların içte iyi bir şekilde değerlendirmelerine göre davranmalıdır. Hattâ bilgili ve inanan bir insanın duyu organlarının algıları da
değişik ve gerçeğin esas anlamına daha yakın olur. Olgun insan, dış duyu organları iç duyu organlarının kontrolünde olan, çevresindeki olayları özellikle gönül gözü, gönül kulağı ile algılayan insandır.

"Yunus, imdi sen Hakk'a er, dün ü gün gönlün Hakk'a
ver
Gönül gözü görmeyince hiç baş gözü görmeyiser."(47)

Ama insanda gönül gözünün görmesi, can kulağının duyması en son mertebe değildir. Gönül bir kez Hakk yüzünü görünce insanı âşık eder, öyle davranışlar gösterir ki, insan deli olur. Gönül onu bırakmış, Hakk'a, Dost'a gitmiştir ve Yunus artık gönülsüzdür.

"Aldı benim gönlümü, n'olduğum bilemezem
Yavı kıldım ben beni, isteyip bulamazam.

Gönülsüz girdim yola, helimden gelmez dile
Bir dem derdim demeye bir dertli bulamazam."(93)

"Gönül nice dolana, ma
'şukun bulmayınca
Kimse âşık mı olur gönülsüz kalmayınca."(118)

İnsan bu dünyada âdeta zincirlidir. Ama, eğer başka bir vatandan geldiğini anlarsa artık kendi birliğinin, gerçek birliğinin farkına varır. Eski varlığını harap edip yeni bir varlık kurar. Ar
tık gönlün yeni bir seferi başlamıştır.

"Düşt' önüme hubbu'l-vatan, gidem hey Dost deyü deyü
Anda varan kalır heman, kalam hey Dost deyü deyü." (205) Gönül sevgi yeridir, içinde sevgi olmayan gönüller bir taşa benzer. Aşk gönlü yakar, yumuşatır, muma dön
dürür. Ama bu aşkı doğru seçmek gerekir. Eğer gönüle dünya sevgisi doldurulursa "Dost sevgisi"nin oraya girmesi zor olur. Oysa dünya da, dünya sevgisi de geçicidir; ebedî olan Hakk sevgisi, Dost sevgisidir.

"Dünyayı bırak elden, dünya geçmez bu yoldan
İki
aşk bir gönülden asla geçmez bu haber.

Ya sevgil dünya tutgıl ya sevgil yol iletgil
İki da'va bir ma'na bu yolda sığmaz derler."(56)

Nedir bu yol? Bu, gönlün içinden Allah'a giden yoldur.

"Gir gönüle bul ordadır, benliğin defterini dür
Ol has gevher b
il ordadır, sanma kim ol ummandadır."(56)

Yunus gönlünde bu zorlu sefere çıkmıştır. Ama bedeni hep bu dünyaya bağlı kalmakta, gönlü Hakk ile tanış olduktan sonra hep ona gitmeyi dilemektedir. Yunus, bu çekişmede gönlü tutmuş, Hakk'a âşık olmuş, gönlünde d
efalarca sefer etmiştir.

"Gönül usanmadın sen bu seferden
Çalabım saklasın seni haterden."(187)

Gönüle Allah aşkı düştükten sonra artık büyük çoşku başlamıştır. Dost yüzünü gösterdikten, her şeyin Dostun tecellisi olduğu görüldükten sonra insan şaşırır k
alır. Yunus böyle yaşayışı, bulutlu havadaki görüşe benzetir. Gerçeği bir an apaçık görür, bir an hafif bulutlu. Ama hep gerçeğin özünde yaşamaktadır.

"Nitekim bu gönlüm evi aşk elinden taşagelir
Nice yüksek yürür isem, aşk başımdan aşagelir.

Ol dost ile
benim işim bulut ile güneşleyin
Bir dem hicabı sürülür, bir dem hicap başa gelir."(163)

Ama âşık artık bu dünyadan vazgeçer. Gerçekliğin tadına varan, bu dünyadaki varlık ve oluşları çok değersiz görür. Aşka düşen gönül, insana devamlı bu dünyayı bırakma
sı, candan vazgeçmesi yolunda öğüt verir.

"Benim garip gönlüm aşktan usanmaz
Varır aşka düşer, hiç bana dönmez.

Döner gönlüm bana öğüt verir hoş
Âşık olan gönül aşktan usanmaz."(165)

Yunus Emre gönül ve sevgi şairidir. Her canlının özünde aslî bir öze
llik olarak Allah'a sevgi vardır. Hattâ sevgi, Allah'ın tecellisinin ana dinamik gücüdür. Her şeyin kaynağında sevgi vardır. Evrende her zerrenin hareketi sevgi hareketidir. Her ikilik, ortaya yeni birlikler koymak içindir; her ilişki tekâmüle götürür. İhtiyaçlar, güzellikler hazlar hep sevgiyi ortaya çıkarmak ve güçlendirmek içindir. Bütün şekiller, sûretler ve çokluk hep sevgi ürünüdür.

Allah'ın sevgisi önce bilgi şeklinde, sonra çeşitli mertebeler halinde varlıklar ve olaylar olarak kendini gösterir. H
er varlığın milyarlarca zerresi, her zerrenin içinde ölçülmesi ve izlenmesi zor bir çok değişme ve başkalaşmalar vardır. Bütün bu gelişmelerin dinamik gücü sevgidir. Allah, varlık evrenindeki gelişmeyi, değişmeyi, oluşu devam ettirmek; eksiklikleri tamamlamak, hamlıkları olgunlaştırmak için her varlığa kendi gücü, tabiatı ve ihtiyacı oranında sevgi vermiştir.

Sevgi, istek ve ihtiyaçları doğurur ve bunlarla da güçlenir. Bu evrendeki oluşun devamı için yemek sevgisi, buradan mal-mülk sevgisi, karşı cinse se
vgi, çoluk çocuğu, aileyi, güzelliği, iyiliği, çalışmayı, bilgiyi sevme olmalıdır.

Dünya hayatının devam etmesini sağlayan bu sevgilerin çok büyük hikmeti vardır ve bunlara kökten karşı çıkmak Allah'ın tecellisine karşı çıkmaktır ve anlamsızdır. Bu sevgi
lerde aşırıya gitmek, bu sevgileri her şeyin yaratıcısı ve yürütücüsü olan Allah sevgisinden üstün tutmak günahtır ve zaten anlamsızdır da!

İlâhî sevgi bilgiye dayanır; bilgi de ilâhî sevgi ile tam, doğru ve faydalı bilgi haline gelir. Bilgiye dayanmayan
bir sevgi, amaçsız bir harekettir. İçinde sevgi olmayan bir bilgiden çıkan gücün de insanlara ve tabiata zararlı olma tehlikesi büyüktür.

İlâhî bilgi ve sevginin en yoğun ve yüksek derecesi insandadır. İnsan en güzel sûrette yaratılmış, hattâ bütün evre
n insan için yaratılmıştır. Bu nedenle insan, bütün varlık kademelerini bilir ve sever. Sevgi ile bilginin her an beraber yürümesi, bizim evren içinde anlamlı yaşamamızı sağlar. Bunlar birbirinden kopuk olunca, insan kendi gerçek anlamından, yaratılış amacından uzaklaşmış olur.

Her canlının özünde bir sevgi kaynağı vardır. Bu kaynak çoğu kez nefsin arzu ve isteklerine yönelir ve bu dünyadaki oluşa her şeyin istekle katılmasını sağlar. Ama, özellikle insan için, bu kaynağın tamamen nefs emrine verilmesi bir
felâket olur.

İnsanla Allah arasındaki en güçlü bağ, sevgi ve rıza bağıdır. Allah, kendisinin onları seveceği ve onların da kendisini seveceği milletler ister (Kur'ân-ı Kerim 5/54). Evrendeki bütün sevgilerin temelinde de Allah sevgisi vardır. Allah'ı seven, onun kullarını, yarattıklarını ve yaptıklarını sever. Sevgi lezzetinden bütün varlıkların faydalanmasını ister. İnsanı da, yeryüzünde Allah'ın halifesi ve "bütün varlıkları temsil eden en yüce varlık" seviyesine çıkartacak olan, bu davranış olacaktır
.

Yunus'un sevgisi de gerek insanlar arasında gerekse tabiattaki bütün varlıklar arasında sevgi ve barış ortamı sağlamaya yöneliktir. Onun dünyasında kula kulluk yoktur; çünkü her şey Allah'a yönelmiştir ve ona kuldur. Bu nedenle, sevgiyi bozan, huzursuzl
uklar ve haksızlıklar çıkaran nefsanî duyguları kontrol etmek gerekir. Yunus

"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı olmaz.

Gelin tanışık edelim, işin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim, dünyaya kimse kalmaz."(68)


dediğinde, anlatmak istediği sevgi genişliği budur.

Nefsin isteklerine aşırı derecede uyarak hep dünya nimetleriyle uğraşmak, bizi, hayatın gerçek anlamından uzaklaştırır. Dünya sevgisi, gerçek sevgiye geçişi önler. Kur'ân'da, çeşitli dünya nimetlerine
sahip olma yerilmemiş, bunların sevgisinin Allah sevgisi üzerine çıkması yerilmiştir (Kur'ân-ı Kerim 9/24).

Sevginin bir ucu Allah, bir ucu insandır. Yunus ise, sevgileri kaynaştıran büyük bir insan! Allah da insan gönüllerine değin hayatın her safhasını
ve bütün varlıkları sevgi içinde yoğurur; öyle ki, Yunus'un sevgisinde Tanrı ve insan içiçedir. Bu şekilde insanın değerini yükseltir; bütün acıları, zorlukları, üzüntüleri, korkuları, endişeleri bu sevgi ocağında eritir. O, Allah sevgisinin, canlılığın bir gereği olduğunu ve evrende her şeyin Allah'ı sevdiğini şöyle anlatıyor:

"Haktır, seni sevmeyenlere 'cansız sûrettir' der isem
Onun için canlılara senin gibi ma'şuk gerek.

Dev ü peri, ins ü melek, sever seni her mahlukat
Hayran olup ileyinde durmuş d
urur hûr' u melek

Yüzbin eğer cevr ü cefa uğrar ise sûretime
Hiç eksilmez şadılığım, cümlesin yur seni sevmek."(78)

Bu sevgi, henüz Allah'ın perdeli haline sevgi, tecellilerine sevgidir. Aslında bütün evren, ondan gelen ve ona duyulan sevgi ile, aşk ile
sürüp gitmektedir.

"Ne var eğer Yunus dağı aşk içinde zerre ise
Aşk adıyla kâim durur yer ile gök, çark ı felek."(78)

Bu sevgi düzeni, insanın bu dünyaya gelmesinden sonra ortaya çıkmış bir şey değildir. Sevgi, Allah'a bağlı olarak ezelî ve ebedîdir.

Yu
nus'a göre sevgi Hakk'tan gelir ve evrenin her tarafına yayılır. Evrendeki yaratıcı Tanrı gücü, herşeyin özünde bulunan, ona yön ve hareket veren sevgidir.

Sevginin hastalıklı durumları olan nefret, kin, haset, kıskançlık v.s. ya sevgiyi engellerler ya d
a negatif ürünler çıkmasına neden olurlar. Sevginin bu marazî durumları, özellikle sevgi ters yönlendirildiğinde, dünya nimetleri üzerinde yoğunlaştırıldığında ortaya çıkmaktadır. Eğer sevginin temeline Allah, peygamber, gerçeklik ve doğruluk sevgisi konursa, bu ana sevgi diğer "nefis hastalıklarını" engellediği gibi, sevgi gücünün her şeye doğru ve âdil bir şekilde dağılmasını sağlar.

Yunus, Hakk'tan gelen sevgiyi, doğruluk ve adaletle bütün insanlara, canlılara ve evrene dağıtmış; sevgiyi öldüren kin, kıskançlık ve hasede karşı mücâdele etmiştir.

Evrende her şeyin temelinde sevgi olduğunu, bu sevgilerin çok çeşitli ve çok yönlü olduğunu Yunus, çeşitli şiirlerinde anlatmıştır.

"Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur
Herbir'si bir nesneye sevgisi var
, âşıktır.

Çalab'ın dünyasında yüzbin türlü sevgi var
Kabul et ken'özüne gör hangisi lâyıktır."(56)

Yunus, Allah'a âşıktır ve bu aşk yaratılıştan daha önce başlamıştır.

"Benim Dost ile pazarım yaradılalıdan değil
Severidik ma'şukayı henüz gelmeden cih
ana."(117)

Yunus, bu dünyadaki aşkını sadece Allah'a yöneltmiş, onun sevgisi ile pişmiş, yanmış; dünyaya o sevgi ufkundan bakmıştır.

"Neyi severisem imânım oldur
Nice sevmeyesin, sultanım oldur."(4)

diyen Yunus göre, dünyayı sevenin imânı dünyadır. İnsa
nı hareket ettiren, onu belli yönlere sevkeden sevgisidir. İnsan neyi severse o yana gider; kişiye sevdiğinden öte menzil yoktur. Öyleyse, diyor Yunus

"Ya sevgil dünya tutgıl ya sevgil yol iletgil
İki da'va bir ma'na bu yolda sığmaz derler."(56)

Dünyayı,
nakışı, nigârı, sevmeyi bırakmak gerek; çünkü bunlar fanidir. Bu dünyanın nakışı, rengi geçici olduğu gibi, Dost katında iki cihanın dahi bir değeri yoktur. İnsan, gönlünü ve gözünü Dost katından ayırmamalıdır.

Dosta âşık olan, canını ve gönlünü ona veri
r, hattâ bunda en küçük bir tereddüt göstermez, kendi özünden, kendi benliğinden geçer.

"Bu dünyada Dosttan artık Yunus kimseyi sevmedi
Bilmez misin, gayretsize dost u düşman gülesini."(130)

Allah sevgisi, özellikle bu sevgiyi yönlendirmek zordur. Çünkü
O, herşeyin içinde ama bütün evrenlerin de dışındadır. İnsan zihninin onun zâtını anlaması, insan düşüncesinin onu kapsaması imkânsızdır. Bütün yüceliklerden yüce, bütün bilgi ve inançlardan üstte, bütün ifade araçlarının gücü dışındadır.

Yunus bu durumu
şöyle anlatıyor:

"Ol benim sevdiğim, nigâr, nidem ol benden fariğ,
Ne verip hoş görünem iki cihandan fariğ.

Nicesi kulluğ ile sevlibilem ben ona
Hâs u âm onu sever, ol hep sevenden fariğ.

Yunus sen sever isen hakikat ma'şukayı
Fariğ ol cümlesinden, k
evn ü mekândan fariğ."(73-74)

Yunus Emre bu zor olan yolu seçmiş, uzun dervişlik yılları boyunca bu sevgisini doğru hedefe yönlendirmeye çalışmıştır. Kavgalardan, da'valardan, nefsin dünya nimetleri içindeki boğuşmasından geçmiş, sevgi pınarına ulaşmıştır
.

"Bize didar gerek, dünya gerekmez
Bize ma'na gerek, da'va gerekmez."(67)

Yunus, bu dünya için karar vermemiştir; bu dünyadaki her şeyden vazgeçer, Dost bahçesine gider, canlarla, gönüllerle biliş olmaya başlar.

"Ben gelmedim da'va için, benim işim se
viy için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim."(90)

Hakk'ı sevmeye başlayan Yunus'un gönlünden karanlıklar silinir, içi nur dolar, bu nur yeri-göğü kapsar. Böylece aşk, insanın içinde bir nur olarak, ışığı bitmez bir ay olarak parlar. Âşık, ar
tık toprak beden içinde bir nur rahmetidir.

"Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar.

Sözüm ay-gün için değil, sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem, sevmek derdi beni boğar."(157)

Bu dü
nyadaki çeşitli varlıkları olduğu gibi, Allah'ı "sevenler" de çoktur. Ancak bu sevgiler, hem bu dünya için hem öte dünya için samimî ve çok güçlü değildir; nefsi azdıracak bir şeyler kazanmak içindir. Gerçek âşıklar, hem bu dünyada hem öte dünyada nefisten ve nefsin isteklerinden geçerler, Hakk'ın hakikat denizinde erimek isterler. Artık onlar için bir tek hedef vardır: Hakk'ın sevgisi.

"Sekiz Uçmağın hurisi eğer bezenip geleler
Senin sevginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye."(40)

Hakk gerçeğine ulaşan, o
nun sevgi denizine varan kişi, en güzel, en yüce şeylerden vazgeçer. Gerçek âşık, değer olarak, kendini bütün varlıkların ve evrenlerin üstünde görür.

"Ben seni sevdiğim için eğer baha derler ise
İki cihan mülkün verem, dahi bahası yetmeye."(40) Hayatını
ayrıntılı olarak bilemediğimiz Yunus, aşk yolunun ayrı bir yol olduğunu göstermektedir. Bu yola, medreselerde okumakla, mescitlerde ibadet etmekle ulaşılamaz. Çünkü bu, tamamen ayrı bir dünyadır.

"Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi
Şöyle kaldılar
âciz, bilmediler ne babdurur."(60)

"Mescidde medresede çok ibadet eyledim
Aşk oduna yanıban, ondan hâsıla geldim."(97)

Yunus'u bu duruma getiren, aşk meclislerinin sohbetleridir. Bu sohbetlerde evrendeki her şeyin aşkla hareket ettiğini, devamlı olarak
sevgilerin bozulup sevgilerin kurulduğunu, bütün evrenin aşka esir olduğunu, âşıklar arasında meleklerin bile üstü örtülü kaldığını anlatır.

Allah insanlara kendi özlerini, kendi özlerindeki ilâhî sözleşmeyi gösterince, gönül artık aşk tuzağına düşmüş olu
r.

"Biz tâlib-i ilmleriz, aşk kitabın okuruz
Çalap müderris bize, aşk hod medresesidir."(49)

Böylece Yunus'un ve tasavvufun eğitim anlayışının esas temeli ortaya çıkıyor. "Rabbü'l-âlemin", bütün evreni ve evren içindeki her şeyi terbiye ettiği gibi, Yunu
s'u ve dervişleri de "aşk" denilen okulunda eğitiyor.

İnsanların meşgul oldukları konular ise, yaşayışın dış yüzeyine ait basit meselelerdir. Kaldı ki, insanlar bu basit mes'eleleri bile çözemezler. Eğiticiliğini Allah'ın yaptığı aşk bahsine, okumuşların, âlimlerin akıl erdirebilmesine ve anlayabilmesihe imkân yoktur. "Bu bir acâyip haldir, bu hâle kimse ermez" diyen Yunus, şöyle devam eder:

"İlm ile, hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâyip sırdır, ilme-kitaba sığmaz.

Âlem ilmin okuyan, dört mezh
ep sırrın duyan
Âciz kaldı bu yolda, bu aşka el vuramaz."(167)

Bu aşkın anlaşılması ve yaşanabilmesi, ancak Allah'ın istemesiyle olur. Aşkı görmek için "ecelsiz ölmek", ölmeden can vermek gerekir.

"Hadistir Mustafa'dan, aşk ile ikrar dedi
Binde bir âri
f bunu bulup okuyabilmez."

"Yunus cânını terket, bildiklerini terket
Fenâ olmayan sûret, şâhına vâsıl olmaz."(167)

İnsanın gönlüne bir kere aşk düştükten sonra bütün dünya nimetlerinden vazgeçilip nefsanî can feda edildiği gibi, sevgi gönüle sığmaz, ora
dan söz olarak, keramet olarak taşar durur. Evrendeki varlıkları ve oluşları sessiz olarak seyretme safhası geçmiş, "yadlık perdesi" aşılmış olur. Artık âşık söylemeye başlar

"İlm ü amel sözü değil Yunus dili söylediği
Dil ne bilir Dost haberin, ben Dost
ile nice birim."(103)

Yunus, aşk halinde bütün evrenlerin hâlini, bütün zamanların akışını görüp öğrendiğini anlatırken, Kur'ân'daki "Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Alla
h'ın sözleri bitmezdi" (31/27) âyetine işaret etmektedir.

"Ben bir Kitap okudum, kalem onu yazmadı
Mürekkep eyler isem, yetmeye yedi deniz."(70)

Evrenler içindeki Allah'ın tecellisinin hepsi bir bütün, ve aşk tarafından yönetilen bir oluştur. Aynı bunun
gibi, Allah'ın, insanlara kendi anladıkları beşerî dillerle gönderdiği kitapların hepsinin anlamı da birdir.

"Dört kitabın ma'nasın okudum hâsıl ettim
Aşka gelicek gördüm, bir uzun heceyimiş."(72)

Aşka düşmüş Yunus, bu dünyadan bezginlik duyar, kendini
bir garip olarak hisseder. Kendi gönlündeki gerçeği bulduktan sonra bu dünyadaki anlamların, değerlendirmelerin kavgaların üzerine çıkar. Artık onun için yaşamak, ölmek, cins, din, ırk farklılıkları; hattâ inanma ve küfrün bile bir anlamı kalmaz.

"Dört k
itabın ma'nası bellidir bir elifte
Bi dedirmegil bana, ben bu yoldan azarım.

Çün aşkın kitabını okudum tahsil ettim
Ne hâcet kim karayı ak üstüne yazarım.

Yetmişiki millete, suçum budur, Hakk dedim
Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızarım.

Şerîat oğla
nları nice yol ede bize
Hakikat deryasında bahri oldum yüzerim."(85)

Aşka ulaşanın daha önce kazandığı bilgilerin, ettiği ibadetlerin hiç bir değeri kalmaz. Artık o kula, sadece Allah'a yalvarmak düşer.

"Ne ilmim var ne tâatım, ne gücüm var ne takatım
M
eğer senden inayetim, kıla yüzüm ak Çalabım."(92)

Çok kitaplar okuyarak bilgiçlik taslayan ve kendisine tuzak kuranlara meydan okuyan Yunus, önemli olanın aşk kitabını okumak ve sırları bilmek olduğunu vurguluyor; ona öğütler veriyor: İlmin yüzü okunmamalı, sözlerle-yazılarla vakit geçirilmemeli, hareket gösterilmeli, bilgiyi yaşamalıdır. Kafadaki gözle değil, gönüldeki bâtın gözüyle bakmalıdır. Âşık, ikilikten geçmiş, Dosttan yana uçmuş, Allah'ta yok olmuştur. Bu açıdan ilim, cübbe, tâc, taht gibi unsurla
rın hiç bir değeri yoktur ve bu anlamda Yunus ümmidir.

"Âşık, ma'şuk birdir bize, aşktan gelir her menzile
Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak."

Aşk bir sonsuz ilimdir, onun bir zerresi bütün diğer bilimlere değer.

"Aşk eteğin tutmak gerek, âkıbet
zevâl olmaya
Aşktan okuyan bir elif, kimseden sual olmaya."(40)

Yunus, aşkın gücünü bu şekilde anlatırken, insanların diğer bilgi ve hareketlerinin de ancak aşk ile değer bulabileceğini anlatıyor:

"Miskin Yunus, zehr-i katil aşk elinden tiryak olur
İl
m ü amel, zühd ü tâat bes aşksız helâl olmaya."(41)

Bu, bütün zamanlar ve mekânlar içinde insanların bilgi, davranış ve hareketlerinin Allah'ın sevgi düzenine uymakla en doğru değerler kazanacağının ifadesidir.

"İlminde gark olalı uş ben beni bilmezem
D
il ile söyleyiben vasfına eremezin."(112)

Bu ilimde akıl ve mantık durur, âdeta bunun içinde erir, esrir.

"Aşk imamdır bize, gönül cemaat
Kıblemiz Dost yüzü, dâimdir salât."(44)

diyen Yunus, Allah'a ulaşınca şirkin ortadan kalktığını, şeriatın kapıda ka
ldığını, insanlar için "elest" deminin sürekli olduğu ve "Evet, Rabbimizsin" yeminini hiç bir zaman unutmamamız gerektiğini öğütler.

Yunus'un hemen bütün şiirleri aşkın gücünü anlatır. Zaten Yunus olarak zamanlar ve mekânlar içinde yaşayan da, aslında aşk
tır.

"Aşk mekânı âlidir, aşk kadim ezelîdir
Aşk sözünü söyleyen cümle kudret dilidir."(47)

Söyleyen de, dinleyen de, gören de, gösteren de Odur. Aşk gölünden içen âşık, aydınlanır, aşkla kaynaşır ve aşk olarak söyler, marifet gösterir. Aşk, hem ezelî hem
ebedîdir.

"Evvel yer-gök yoğiken varıdı aşk bünyâdı
Aşk kadimdir ezelî, aşk getirdi ne varın."(113)

Allah'la ahitleşen, onun "dost yüzün" gören kişilerin canıdır aşk. Dünyada da, âhirette de aşktan üstün bir şey yoktur. Aslında dâima hükmünü yürüten ve
çoğu kez de gizli kalan bir sır olur aşk. Yunus gibi âşıklarda, lülelerden su aktığı gibi akar. Canlar safi aşktır, ama bu canların sonsuzluğa ulaşması için aşk içinde erimesi gerekir. Bu arada Cennet gibi "tuzak"lara dahi düşmemesi, bütün bunları da yaratan Allah'a, asıl kaynağına yönelmesi gerekir. Yunus, "Sahhâ ol âşık canına ki, Dost ile visâli var" diye başlayan şiirinde aşkın gücünü çok iyi anlatmıştır.

"Cân u gönül, akl u fehim nisâr olsun ma'şukuna
Pes âşıkın ondan gayri dahi mülk ü mâlı var.

Bu
yer ü gök ü arş u ferş, aşk dâdı ile kayimdir.
Bünyâdı aşktır âşıka, her bir arada eli var."(50)

Eğer dikkatli bakılırsa, her nesneye aşkın hükmettiği, her oluş içinde onun yolunun olduğu görülür. Her şeyi değiştiren, ama kendi değişmeyen odur. Âşıklar da
bedenesurete değil, hiç değişmeyen aşka, içlerindeki öze yönelirler. Bunu bilmeyenler, hattâ içlerindeki özden de geçip daha yüksek gerçeklik makamına çıkmayanlar, aslında bu dünyanın gerçeğinden uzak yaşayan "cansız sûretler" gibidirler (101). Ancak bu seviyeleri geçmekle nesneler ve olaylar gerçekte olduğu gibi görülebilir ve her şey karşılıksız sevilebilir. Bu kademede, Allah'ın aşk ile yaptığı her şeye razı olunur, derin müşahedelere dalınır, Allah'ın aşk halindeki gücü görülür.

"Bu halayık eydür bana
, sakla onu cân içinde
Bir zerresi yüzbin cihan, eyit nice sırreyleyem."(103)

Yerin göğün direği, bütün varlık ve oluşların özündeki güç, aşktır dedikten sonra, gerisi sözün fazlası olur diyor Yunus (137). Her varlığın özünde aşk vardır, ama açıkca bunu b
ilen çok az insan vardır. Bilinen ve bilinmeyen her şey onun gücü ile yürür. Bu gerçeğe, bu güce ulaşan âşık, bu gerçeğin mestliğiyle korkularını aşar, her şeyi fedâ eder(142).

Aşkın gücü pek açık olduğu halde, gördüğümüz her şey bu gücün eseri olduğu hal
de, aşkın insan dili ile ifadesi çok zordur.

Âşıklar çoğu kez, hem anlatılmak istenen gücün her yeri kapsamasından, hem de insanların bunu anlamamasından zor durumlarda kalmışlar, suskunluğu tercih etmişlerdir. Onların gözü her zaman, her yerde olan-biten
i Hakk'ın bir tecellisi olarak gördüğünden, onlara sevgi ve hürmetle yaklaşmışlardır.

"İşidin ey yârenler, kıymetli nesnedir aşk
Değmelere bitirmez, hürmetli nesnedir aşk."(169)

diye başlayan şiirinde, Yunus aşkı hem safâ hem cefâ olarak niteliyor. Aşk,
Allah'ın tecellisi gibi, düştüğü dağları kül, gönlüne girdiği sultanları kul eyler. Denizler onunla kaynar, kayalar onunla söyler, akıllar onunla bilir, onunla şaşırır. Aşk, Allah'ın sevdiği kullarına verdiği büyük bir güç, ince bir anlayış, hoş bir lezzet, ulu bir bakıştır. Ama aynı zamanda insanı bütün kayıtlardan dışarı çıkaran, toplumun değer yargılarını küçümseten, gerek aşktan gerek çevredeki düzenden ve insanlardan gelen kahırlar ve zorluklar içine iten bir durumdur:

"Aşkta kahırlar çok olur, âşıkl
ara gayret gerek
Yunus, âşık oldun ise, âşıklarda ar kalmadı."(149)

Aşk, "canlar canıdır" bunu bulan kendi canından vazgeçer, benliğinin ötesine ulaşır, gerçek birliğe varır:

"Her kancaru bakar isem, oldur gözüme tuş olan
Önüm ardım, sağım solum, ger y
az oldu ger kış oldu.

Senin aşkın odu meğer sıçramaya kimesneye
Bir zerre değdi Yunus'a cihan içinde fâş oldu."(133)

Aşk, sırları açıklatır, insanın gönlünü ve dilini çoşturur. Aşığın içindeki Hakk nuru durmadan taşar. İçindeki aşkı uyanan ve harekete geçen insan, sarhoş gibidir ve bundan kurtuluşu da yoktur.

Yunus'un meşhur "Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni" şiiri, aşkın gücü ve âşıkın halini anlatmada büyük anlamlar taşımaktadır. Artık âşık sadece aşkla avunmaktadır; varlığın, yokluğun onu
n için bir anlamı yoktur. O, tamamen Allah'ın tecellisi ile dolmuştur (145). Aşkın varlığı değil, artık aşktan uzak kalmak, dostun ana kaynağından uzakta bulunmak insana ıstırap vermektedir. Can öbür dünyayı ve oradan da Tanrı'nın can denizinde yok olmayı arzulamaktadır. Âşıkın ruhunun çoşup kaynaması, sabırsız olması bundandır.

"Ne deliyim ne usluyum, benzer neye benim işim
Aşk denizine garkolup gönlüm, cânım doymaz benim.(178)

Gönlündeki sevgi ateşinin aşk denizinde söneceğini ummaktadır. Aşk, ateş içi
nde biten bir güldür ve devamlı açar; ateş şiddetlendikçe bu gülün kokusu artar. Buna karşı âşıklara öğütlenen sabırdır, ama bu durumda gönlün sabretmesi de çok zordur.

Gerçek âşık, evrendeki her şeyi Kur'ân gibi okur. Bütün varlıklar ve bütün oluşlar All
ah'ın âyetleridir.

"Helâl kıldı ma'şuka âşık kendi kanını
Ma'şuk nakşından okur aşk eri Kur'ân'ını."(198)

Aşk, cihanın sultanıdır, "canlar içindeki can"dır; çünkü hükmünü canlarla yürütür. Tabiatı her an canlandıran, ölüleri dirilten, hareketleri her an
kontrol eden odur. Bütün varlıklar, bilerek veya bilmeyerek aşk yolunu izlerler.

"Yunus sevdiğin gözle, aşk yolunu key izle
Râzı gönülde gizle, söze hâkim sen misin?"(114)

Her şey olan Allah, hükmünü aşkla yürütür. Doğru da yanlış da, iyi de kötü de O'd
ur. Yapan O, yaptıran O'dur. Her şey, baştan sona Hakk'tır.

"Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş
Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde.

Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrine
Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde."(120)

Eğer bu izden
gidilirse, onsekizbin âlem halkının hepsinin bir olduğu görülür. Değişik görülen her şey, aslında o bir olan bütünün çeşitli parçalarıdır. O, kendisini kendi gözleriyle görür, kendi kulaklarıyla dinler, kendi aklıyla anlar. Ama gene de Mûsâ'ya Tur Dağı'nda "len terani" (beni göremezsin) (Kur'ân-ı Kerim 7/143) der; İslâmlara "bakın", "görün", "akledin", "düşünün" der.

"Yunus, sen dilerisen, Dostu görem der isen
Ayandır görenlere ol gönüller içinde."(122)

Gönüller içindeki bu gerçeğin farkına varılmazsa,
o varlığın hiç bir anlamı kalmaz.

"İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül, misâl-i taşa benzer."(159)

Bu gönlün yaptıkları da, söyledikleri de kötüdür artık. Tâ ki onu aşk yumuşatsın, olgunlaştırsın; insanın gözünde nur olsun baksın
, dilinde söz olsun aksın. İnsan da bilgiçlik taslamasın, ümmî olsun, ona tamamıyla teslim olsun.

"Ol Dost bana ümmî demiş, hem adımı ümmî komuş
Dilim şeker, gövdem kamış, bu söyleyen nemdir benim?"(178)

İnsanı manevî yönden, aşk yönünden eğitecek olan
Allah'tır. Burada aşk, en etkili eğitim vasıtasıdır.

"Esritti aşka düşürdü, ben ham idim o pişirdi
Aklımı başa düşürdü, hayrı şerden seçer oldum."(104)

Aklın başa gelmesi, insanın kendini bilmesi ancak aşk sayesindedir. "Bülbül dahi âşık güle, nazar Ha
kk'tan olur kula
Bir keleci gelmez dile, gönüllerde yanmayınca."(193)

İnsanlardaki bu aşk Allah'tan gelir, ilâhidir. Onun insanlara bir lütfu, bir hikmetidir. Bütün evrenin anlamını, nereden gelip nereye gideceğimizi gösteren bir ışıktır. Yunus, aşkla te
rbiye edildiğini şöyle anlatır:

"İzzet ü erkân, iyi ad, aşk yoluna noksandurur
Ben niderim iyi adı, çün terbiyat aşktan yerim."(176)

İzzet, erkan, hırs, heva dünya sevgisinden doğar. Dünya nimetlerinden geçmeden aşkın ne olduğunu anlamak güçtür. Hattâ d
ünya mallarını feda ederek de aşka ulaşamayız; ona ulaşmak için candan dahi geçmeliyiz. Cehennem korkusu veya öte dünyada Cennet'e girmek istekleri de nefsanî duygulardır. Bunlar, sadece insanların terbiyesi için gösterilmiş hedeflerdir. Yoksa gerçek âşık, Allah'ın tecellisine kayıtsız-şartsız teslim olmalıdır.

"Âşık mı derim ben ona Tanrı'nın Uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzakdurur, eblehler canın almağa

Âşık olan miskin olur, Hakk yoluna teslim olur
Her ne dersem boyun tutar, çare yok gönül yıkmağa."(38
)

Bu yolda riyazetler çekip, halvetlere girip, sohbetlerde "baş çatıp" gönüldeki aşkı kuvvetlendirmek gerek. Yürekteki aşk ateşi, ancak "Dostun cefasına" sabreylemekle artar.

"Canını aşk oduna vermeyen âşık mıdır?
Cehdeyleyip ol Dosta ermeyen âşık mıdır
?

Dost sevgisi gönülde cân ile berkitmeyen
Tûl-i emel defterin dürmeyen âşık mıdır?"(52)

Âşıkın en önemli özelliklerinden biri ölümden korkmamak, ölümden sonrasına hâkim olmaya çalışmaktır. Ölümsüzlüğe ancak böyle ulaşılabilir. Canını terketmeyenin Alla
h'a ulaşabilmesi mümkün değildir. Âşık, ne bu dünya malına tamah eder ne de öte dünya korkusu ile telaşa düşer. Âşıkın yeri bu dünyadan da, âhiretten de başka yerdedir.

"Âşık öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan olur, âşıklar ölmez."(166)

Aşka düşen, kısa
sürede dünya nimetlerinden, öte dünya korku ve heveslerinden geçtikten sonra, insanların büyük çoğunluğunun bağlı oldukları dinî inanış ve ibadetlerin ötesine geçmişlerdir.

"Ey âşıklar, ey âşıklar, mezheb ü din aşktır bana
Gördü gözüm dost yüzünü, yas k
amu düğündür bana."(41)

Âşık kendini tamamen Hakk'a teslim etmiş, her türlü nefis isteklerinden vazgeçmiştir. O, "Dosta" ulaştıktan sonra ona dünya-âhiret bir olmuştur, ezel ve ebed dün ile bugün gibi olmuştur.

"Ol Dost beni veribidi, var bu dünyayı gör
dedi
Geldim gördüm hoş arayış, seni seven kalmaz ona."(41)

Âşıkların gözü-gönlü Allah'tadır. Kendileri dahil, içinde yaşadıkları her şeyi Allah'ın tecellisi olarak algılarlar ve bu algı devam eder. Esriklikleri, sarhoşlukları bundandır. Kendilerini hep A
llah ile beraber hissederler; dünya-âhiret, zaman-mekân hislerinin üstüne çıkmışlardır. Bu nedenle; ne Cennet'e ulaşmak ne de Cehennem'den kaçmak için yaşarlar. Onlar bu dünyada iken Hakk içinde erimişler ve yok olmuşlardır.

"Din ü millet sorar isen, âşık
lara din ne hacet?
Âşık kişi harab olur, âşık bilmez din-diyanet.

Tâat kılmak Uçmak için, din tutmayan Tamu için
Ol ikiden fariğ olur, neye benzer bu işaret?

Soru-hesap olmayısar dünya-âhiret kovana
Münker ü Nekir ne sorar, terkolıcak cümle murat.

H
avf u recâ gelmez onda varlık-yokluk bırakana
İlm ü amel sığmaz onda ne terazi var ne Sırat.

Ol Kıyâmet pazarında her bir kula baş kayısı
Yunus sen âşıklar ile hiç görmeyesin Kıyâmet."(45)

Aşkın insanda çok büyük değişiklikler yaptığı, aklı, sabrı, di
ni, ilmi, edebi, toplum kurallarını yok ettiği; onu tamamen ayrı bir yaşama boyutuna soktuğu, duyu organlarının ayrı bir algılama boyutuna ulaştığı doğrudur.

"Zühd ü tâat, usul-i din aşk haddinden taşra durur
Nisbet değildirür bana secde vü rükû u kıyâm.

Can gözüyle bakan görür Yunus gözüyle gördüğün
Yoksa yaban gözü ile kimesneye ne söyleyem?"(177)

Muhakkak ki, sevginin aşk boyutuna yükselmek, insanı, çok daha değişik algı ve anlam boyutlarına çıkarıyor. Bu düzeyden de, dünyadaki olaylar ve varlıklar ç
ok sade ve normal algılamadan çok değişik, hattâ çoğu kez tamamen zıddı gözüküyor. Allah'ın tecellisi olan bu evrenleri de büyük bir huşû içinde temaşa eden Yunus Emre ve diğer âşıklar, bu dünyada kendilerini yabanda gibi hissediyorlar; bir şeyhin eğitimi ile kanatlanıp asıl vatana, Hakk katına, "elest bezmi"ne ulaşmak istiyorlar.

"Sözü bu Yunusun güzelleredir
Eğer âşık olursan uyanasın." (188)

3.4. İnsanın özü: benlik


Kendi dışındaki tabiatla yaşayıp, bütün hayatı buradaki varlık ve olaylarla izah edebileceğini sanan insan, sonunda derin bir bunalıma düşüyor, tabiatın çeşitliliği içinde kaybolup gittiğini hissediyor. Dış dünyadaki karmaşıklık ile düzenliliğin o kadar içiçe girmiş olması, insanın bu dünyada berrak bir sonuca ulaşmasını engelliyor. Dış dün
ya ile başedemeyeceğini anlayan insan yine kendine, kendi özüne yöneliyor.

İnsanın kendinde ilk rastladığı şey, her yönüyle dış tabiatın kanunlarına bağlı olan bedenidir. Ancak kendi içinde daha derinlere yöneldiğinde, orada bambaşka bir dünyanın bulunduğ
unu, kendisini insan yapan esas özün orada olduğunu farkediyor. Bu özün özelliklerine baktığında da, özün bu dünyaya ait olmayıp başka bir evrene ait olduğunu, asıl vatanından ayrılıp buraya düştüğünü; bu bedenler dünyasında oldukça yabancılık çektiğini anlıyor.

Tasavvuf "felsefesi"nin, evrenlerin yaratılmasında önce bütün varlıkların "Allah katındaki birliği" inancı ve ruhun bu "ezelî vatan"dan ayrı düşmesi olgusuna, Yunus'un bir çok şiirinde rastlanmaktadır. O zaman ve mekânda, bizim zaman ve mekânımızda
ki her şey eksiksiz yaratılmıştı. Canlar, Allah aşkıyla hep bir araya toplanmışlar, bu gerçeklik evreninde, sadece marifet söylüyorlardı. İşte mutasavvıflar, Allah ile insan canlarının bu birlik ve dostluğunu hatırlamakta ve onu istemektedirler.

Çarh-ı fe
lek yoğidi canlarımız var iken
Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.

Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.
...
Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir
Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken."
(106)

Yunus, bu canlar evrenindeki birliği, maddeler evreni yaratılmadan önceki birliği, bütün zamanlara ve mekânlara hâkim olarak çok canlı anlatmaktadır.

"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

Kâlû bel
â söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."(84)

şeklinde başlayan şiirinde, canının, bütün peygamber ve velilerin canlarıyla o ezelî vatanda dost olduğunu, onların mutluluk ve cefalarına katıldığını anlatıyor.

"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."(85)

diye başlayan şiirinde, gökler meleklerle dolmadan, bu evren mülkü yaratılmadan, yaratıcının katında, endişeden uzak bir mutluluk içinde bulunduğundan bahsed
iyor.

Yunus'un bu tecrübeleri zaman hâkimiyetinden doğmaktadır. O ruhen bütün zamanlara hâkim olmakta, tâ yaratılıştan önceki safhaya gidip gidip gelmektedir.

"Bu cihana gelmeden ma'şûkıla biridim
Kul huvallah sıfatlı bir bî-nişan nûr idim."(182)

diye b
aşlayan şiirde, Allah'ın sınırsız kudreti içinde eridiğini, o birlik deminde evrendeki hiçbir şeyin farklılaşmadığını, bütün varlıkların sonradan, o birlikten çıktığını söylemektedir:

"Nice kez geldim-gittim, delim sûret yarattım
Bu şimdiki sûrette Yunus
olup dûr idim."(182)

Gene böyle çoşkulu bir aşk anında, yüzyetmiş bin feriştehin (melek) saf bağladığı bir ortamdan geçerek, Cebrâil'in de bulunduğu o ulu divâna vardığını, Kur'ân'da yazılı olanların hepsini orada okuduğunu, doksan bin Hakk kelâmının otuz
bininin sır olduğunu gördüğünü, Allah'ın bütün evrenlere hükmettiğini, her zaman kendisinin de O'nun katında olduğunu, sadece bu varlık evrenine gelişinin "şimdi" olduğunu anlatır ve şiiri şöyle bitirir:

"Ben bu sûretten ilerü adım Yunus değil iken
Ben
olıdım, ol benidim, bu aşkı sunandayıdım."(95)

Başka bir şiirinde de

"Benim Dost ile bazarım yaratılalıdan değil
Severidik ma'şûkayı henüz gelmeden cihâna."(117)

diyen Yunus, "Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül" diye başlayan ve bir insan hayatını özetleyen şiirinde de

"Yürüridim anda pinhan, Hakk buyruğu vermez aman
Vatanımdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül."(81)

diyor. Bu dünyaya geliş sersemliği geçip de kendi içindeki kaynağı bulduktan sonra, büyük bir aşk ve güç ile ana kaynağa dönmek
istediğini belirten Yunus, bu dünyada kendisini esir gibi hissetmektedír.

"Ben bu ile garip geldim, ben bu ilden bîzarım
Bu tutsaklık tuzağın demi geldi üzerim."(85)

İnsana Allah'tan bir parça olarak verilen ve hakkında bizim pek fazla bir şey bilemeyec
eğimiz belirtilen ruh (Kur'ân-ı Kerim 17/85), bütün canlılara canını veren nefisten (kaba ruhtan) çok daha ince, bizi Allah'a inandıran ve ana kaynağa götürecek olan rehberdir.

İnsanların bu dünya hayatında oluşa isteyerek katılmaları için, insanın özü b
irçok perdelerle örtülmüştür. Eğer bu perdeleme olmasaydı, hiç bir can bu dünya hayatına katılmaz, hepsi işi-gücü bırakıp asıl kaynağa dönmek için çabalardı. Oysa insanın yaradılışının, bu dünyaya halife olarak gönderilmesinin bir anlamı vardır ve "sünnet"te gördüğümüz bu anlamın hiç bir zaman gözden kaçırılmaması gerekir.

İnsan bir kere kendi özü ile yaratıcı kudretin, evreninin özünün aynı olduğunu hissedince, her türlü bağları kırarak kendi bütününe kavuşmak istiyor. Kendisini zamanın, mekânın, dünyanın
ve nefsinin esaretinde hissediyor. Bunları kırmak, aşmak ve gerçek hürriyetine kavuşmak istiyor.

İnsanın hürriyete ulaşması, insanın iç dünyasındaki sırların çözümü ile mümkündür. Dış dünya sırlarını akıl çözecektir; ancak akıl bu yolda büyük başarılar
göstermiş olmasına rağmen sık sık da büyük hatalara düşmekte, mutasavvıflara fazla güven vermemektedir. Bu nedenle mutasavvıflar insanın iç dünyasına yönelmekte, "lübb" ile "ben"deki düğümü çözmek istemektedirler. "Allah'ın inanan kimselerin gönlünde olduğu" hadisinden hareketle, insan gönlüne ulaşmaya çalışmaktadırlar. Muhammed Bahâddin Nakşbend de böyle bir hedef gösteriyordu: "Gönlü anlayan her şeyi anladı, gönlü bilen her şeyi bildi. Çünkü Allah, inanan kulunun kalbindedir, gönlündedir". Kur'ân'daki "... ve nefsinizde âyetler var, hâlâ görmüyor musunuz?" âyeti de (51/21), insanın özünde ne büyük gerçekler olduğuna işaret etmektedir.

Bütün evrenin, Allah'ın çeşitli şekillerde tecellisi olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah'ı kendi iç
inde bulmak, en doğru yoldur.

"İstediğimi buldum eşkere can içinde
Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde."

diye başlayan şiirinde, her şeyin içinde, her şeyin arkasında Allah'ın bulunduğu, her dilde onun söylediği, hasta olanın da sağlıklı olanın da ke
ndisi olduğu anlatılarak şöyle deniyor:

"Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler
Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde.

Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş
Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde

Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına

Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde."(119-120)

İnsanın kendi benliğindeki Allah'a ulaşabilmesi için kendi benliğinde "seyretmesi" gerekir. Bu, Hakk'ın tecellisi olarak oluşmakta olan "tabiatta seyir"den çok daha zordur. Ama Yunus'a göre bu, "yakın se
ferdir" ve çok güzel bir yoldur:

"Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı
Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi.
...
İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani
Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi.
...
Ma'şuk bizimledir bile, ayrı
değil kıldan kıla
Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi. ... Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı buldum
Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi.
...
Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Bu canlara hükm'edenin, kim idiğim b
ildim ahi."(141)

Yunus'un en büyük çabası kendisini bilmesi idi. Kendisini bilip tanıdıktan sonra, orada Allah'a yönelmekte, onunla dost olmakta, hiç bir şeyden korkmamakta, onunla dost olanların meşakkatli hayatını yeniden yaşamakta, hattâ onunla beraber
evrenlere hükmetmektedir (86-87). Bu durum Yunus'a büyük bir hürriyet sağlamakta, kul iken sultan olmakta, ne ölümden ne Azrail'den korkmaktadır.

"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı olmaz."(68)

diyen Yunus, A
llah'ı bulmak için bunca sözün, bunca aramanın gereksiz olduğunu, ona giden en kısa ve emin yolun insanın içinden geçtiğini şöyle anlatır:

"Dağlar aşıp, berye çekip ey uzak sefer edenler
İstediğin sendeyiken, acep nice seferdurur?

Hiç kılmagıl uzak sefer
, ömür geçer ecel erer
Dost sendedir halvet sever, bu galebe haşerdurur

Gel ırak isteme onu, cânından içeri cânı
Senin ile bir duranı görmeyen bî-basardurur

Mescid ü medrese sende, sen dört yana perâkende
Ne kaldın sen bu erkânda, işin katı düşvarduru
r."(67)

Muhammed bin Fadl el-Belhî de şöyle diyor: "Şu insan ne acayiptir. Dağları, dereleri, çölleri aşıp Kâbe'ye gider; kendi kalbine ulaşıp Allah'ın eserlerini görmek için bedenini ve şehvetini aşamaz."

"Ben bende buldum çün Hakk'ı,
Şekk ü güman nemd
ir benim?" (178)

diyen Yunus, gene Allah'ta erimekte, Mûsâ olup Tûr'a çıkmakta, nûr olup gözden bakmakta, söz olup dilden akmakta, evrenler içinde Allah'tan başka bir şey görmemektedir.

"Uş ben beni cem eyledim, ol Dosta imân eyledim
Birliğine kıldım kâ
met, riyâ, tâat nemdir benim?"(178)

Bu anlamda bir kişinin "ben" demesi nasıl mümkün olur? O da evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa onları kendisi gibi görür (175). Yunus'un bütün tabiatla kaynaşması, yetmişiki milletle dost olması, küfrün-imanın üstüne çıkması, herkesi sevgiye çağırması bu anlamda yorumlanmalıdır.

"Ben"ini keşfeden, bu "ben"ini tamamen Allah'a verir, orada erir, o olur; artık hareketi o denizin içindedir.

"Senden sana varır yolum, senden seni söyler dilim
İlle sana ermez elim, bu hi
kmete kıldım tanâ."(41)

O denize ulaşan için dünya-âhıret birleşir, ezel ile ebed dün-bugün gibi olur (zaman ve mekânların üstüne çıkar). Yunus'un kendini bulma yolu Allah'tan geçerek kendi benliklerini yeniden değerlendirme gücünü, tasavvuf erbabının çok
azı gösterebilmiştir. Beyazıd-ı Bistâmî, Hallâc-ı Mansur gibi mutasavvıflar bu kademelerde coşup halkın anlayamayacağı şeyler söylemişler; Mevlâna da bu kademelerden geçerken oldukça zorlanmıştır. Bunlara bakıldığında Hz. Muhammed'in Mirac olayından sonra tekrar halkın arasında, onlardan kopmadan örnek bir insan olarak yaşamasının yüceliği ve ilâhî desteği daha iyi anlaşılır.

Yunus'un şiirlerini değerlendirdiğimizde, onun, fena mertebesinin de üstüne çıkmış bir velî olduğunu anlıyoruz.

"Kullarına va'deyl
edi, yarın Uçmak verem dedi
Ol dostların sevindiği yarınım bugündür bana.

Sensin bana cân u cihan, sensin bana genc-i nihan
Sendendürür assı ziyan, ne iş gele benden bana.

Yunus sana tuttu yüzün, unuttu cümle kend'özün
Cümle sana söyler sözün, söz söy
leten sensin bana." (41)

İnsanın en önemli görevi, kendi özünü bilmektir. Yunus'un şiirlerinde insanlara esas öğütlediği budur. İnsan vücudu, içinde benliği, gönlü, esas kaynağa götürecek "yol"u bulundurduğu için çok değerlidir.

Yunus, insanın bedenini
bir şehire benzetir. Bu vücut şehrinin yedi kapısı, her kapısında da bizim oraya girmemizi engelleyecek yüzbin askeri vardır. Buna rağmen aşk kılıcını kuşanıp içeri girmek, içteki sultanın yüzünü görmek gerekir (59- 60). Sabah namazının vaktinde ve imamla birlikte kılınmasını isteyen bir şiirinde, öğütlerin en önemlisini en sona koyuyor.

"Miskin Yunus aç gözünü, uyar gafletten özünü
Tâ bilesin kend'özünü, tanla seher vaktinde dur."(59)

Kendine bakmak, onunla konuşmak, onu değerlendirmek insanı olgunlaş
tırır. Dikkatler ve eleştiriler başkalarına yöneleceğine kendisine yönelir. Ebu Ca'fer Ahmet b. Sinan, "Başkalarında var olduğunu sandığımız hatalar ve günâhlar yüzünden onlara kin tutarız. Fakat nefsimizde var olduğunu yakinen bildiğimiz bir sürü kötülükler yüzünden niye kendimize öfkelenmeyiz?" diyor.

Kendini bilmek ve değerlendirmek önemlidir; çünkü kimsenin sevabından ve günâhından bir başkası etkilenmez. İnsan ne kadar kendisiyle beraber olursa, ne kadar kendisiyle uğraşır, kendi problemlerini aşarsa
o kadar iyi olur. Yunus, Risâletü'n-Nushiyye'sinde şöyle diyor:

"N'ola birgün eğer küfrün yenesin
Seni şerheyleyip seni bilesin."(35)

Eğer insan pozitif yönde kendi değerinin yüceliğini, negatif yönden ise kendi durumunun kötülüğünü anlasaydı ("Biz ins
anı en güzel súrette yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısına attık" Kur'ân-ı Kerim 95/4-5), başka hiç kimse ile ilgilenmeye vakti kalmazdı. Ama insanın dışındaki diğer varlıklar ve olaylar onun dikkatini kendinden başka yönlere çekiyor.

"Hicâb oldun s
en sana, ne bakarsın dört yana
Kaykımaz öne sona, şuna kim didar gerek."(76)

Varlık perdesini yıkan, hırs evinden çıkan, bu anlamda da benliği-senliği bırakıp Allah ile bilişen, ondan bir parça olan benliğe ulaşmaya çalışan kişi olmak gerekir. Yunus, bu
yolu şöyle anlatıyor:

"Akıl erdiği değil, bu göz gördüğü değil
Dil söz verdiği değil, bî lisan bî ser gerek.

İşit işit key işit, Dost katına sensiz git
Dosta gidene öndin, kendüsüz sefer gerek."(76)

Kişinin kendini bilmesi, kendi içindeki gönül gözüne
ulaşmasıdır. Gönül gözüyle bakan, her yerde Hakk'ı görür. Oysa insanın buraya ulaşmasını engelleyen bir çok perde vardır.

"Hicaptasın, bugün seni göstermezler belki sana
Hicap dediğimi anla, dünyalıktır gözden bırak.

Sen seni bilmeyince, ere nazar kılm
ayınca
Senliği (bu) ara yerden bırakmazsan oldu tuzak."(73)

Bu dünya türlü türlü halleri olan, içindeki insanların çeşitli hayaller peşinde koştukları bir büyük şehire benzer. Bu şehirde yapılacak en büyük şey, hayallerden kurtularak kendine gelmek, kendi
gerçek değerini bulmaktır.

"Kendi miktarın bilen, bildi kendi halini
Veli dahi aşk ile evvel bahara benzer."(159)

Allah'ın aşk verdiği kulları, kendini bilen, gerçeği bilen, Allah'ı bilen kullarıdır. Aşk, ilim ve Kur'ân-ı Kerim bir bütündür.

"Ey kend'ö
zünü bilmeyen, söz ma'nâsını bulmayan
Hakk varlığın isterisen uş ilm ile Kur'ân'dadır."(160)

Yunus, "Lâ şerike okursun, sonra şerik katarsın" diye başlayan şiirinde de

"İlm okumaktan gerek kend'özünü bilmektir
Kend'özünü bilmezsen bir hayvandan betersi
n."(107)

uyarısını yapıyor. Öbür türlü yaşamak, "görmeden taş atmaktır." Yunus ise kendi özünü, cevherini, kaynağını bulmuş; endişelerden, korkulardan kurtulmuş, günlük telâşların üzerine yükselmiş, dünyaya daha değişik bakmaktadır.

"Dost isteyen gelsin
bana, göstereyim Dostu ona
Budur sözüm önden sona, ben bilirim kend'özümü."(130)

İnsanın çevresini bilmesinin ilk şartı kendisini bilmesidir; çevresinde olup biten her şeyin Allah'tan olduğunu bilmesinin ilk şartı da gene kendisini bilmektir. Ebu Said Ah
met el-Harraz, "Kendi benliğinde olup bitenden habersiz yaşayan, Rabbini nasıl bilsin?" diye soruyor.

İnsanı felsefî yönden değerlendiren düşünürlerin büyük çoğunluğu, insanın varlığını büyük bir problem olarak görmektedirler. Yunus, bu varlığı bir proble
m olarak değil bir "sır" olarak görür. Bu varlığın çözümünde de, dıştan bir yaklaşım yerine, doğrudan içeri girerek o sonsuz evrene ulaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu anlamda, Yunus'u "iç dünyamızın fâtihi", metafizik endişeleri içimizde yenen kişi olarak niteliyor. Yunus, ben üzerindeki bir çok perdeyi, onca ağır yükü kaldırarak; o boşluktaki engin mesafeyi bir hamlede aşar; bütün yüce şeylerden geçerek öze, Allah'a ulaşır. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah'ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.

İnsan eğer isterse kendi kendini bulup bilebilir ve bir insanı kimse kendisi kadar daha yakından bilemez.

"Seninle sen tanış, gör kandasın sen
Senin devletine bahanesin sen."(29)

İnsanın kendisini görmesine nefsi
ve dünya engel olur. Eğer nefsini terbiye eder de kontrol altına alırsa, hem dünyaya bakışı değişir hem de kendi benliğine doğru kolayca sefer edebilir. Duyu organlarımız, "dış"ı algıladığı gibi "iç"i de algılayabilir. Hattâ kendi içini algılamayamayan duyu organlarının, insanın hayvanî hayatını sürdürmekten öte bir anlamı yoktur. İnsanın hayvanî tarafı ise, bu dünya nimetlerinden oluşur ve bu dünyada kalır. Ona devamlı eşlik edecek olan ise kendi özüdür; bu da büyük ölçüde insanın amellerinden meydana gelir. Bu nedenle insan önce kendi özünü gözlemelidir.

Aslında her işin arkasında, başka bir deyişle en içinde Allah vardır; onunla bakmayan göz baktıklarından bir şey göremez, onunla duymayan kulak işittiklerine anlam veremez. İnsanı benliğe götürecek olan
da Allah'tır; onun yardımı ve ışığı olmadan benliğe ulaşılamaz.

"Bu benven dediğim eğer ben isem
Niçin bu benliğe elim erilmez?"(165)

Gönlünü Allah'a veren kişi önce büyük bir şaşkınlık ve boşluk içine düşer, kendini kaybeder, her baktığı yerde Allah'ı
n tecellilerini görür; onların içinden başka bir varlık olarak kendini ayıramaz.

Yunus, bu duyguyu

"Aldı benim gönlümü n'olduğum bilimezem
Yavı kıldım ben beni, isteyip bulamazam."(39)

diye başlayan şiirinde çok iyi anlatır. İnsan isteyip gayret ettikt
en sonra Allah onu kendi özüne, kendi gerçeğine götürecektir.

"Ben Hazrete tuttum yüzüm, ol aşk eri açtı gözüm
Gösterdi bana kend'özüm, âyet-i küll denen benim.

Bu cümle canda oynayan, damarlarında kaynayan
Küllî dillerde söyleyen, küllî dili diyen ben
im."(92)

"Nitekim ben beni bildim, yakîn bil kim Hakk'ı buldum" diyen Yunus, daha önce korktuğu şeyin kendi özünde bulunduğunu görünce onunla dost olmakta, "O" olmakta, evrenlere hükmetmektedir.

"Yunus'a Hakk açtı kapı, Yunus Hakk'a kıldı tapu
Bâkî devl
et benimkiymiş, ben kul iken sultan oldum."(87)

Gene aynı anlamda olmak üzere, bir başka şiirinde de şöyle demektedir:

"Ol Dost açtı gözümü, gösterdi ken'özümü
Gönlümdeki râzımı söyledim dile geldim."(97)

Aşkın, Allah sevgisinin tadına varan, onun sağladığı engin ruh ve zihin huzurunu duyan artık o olmadan yaşayamaz, devamlı onu ister; kendi benliğinden, zamandan-mekândan rahatsız olur. Onu Allah aşkı içinde eritecek olan ölüm bile olsa, çekinmeden ister.

"Al götür benden benliği, doldur içime senliği

Dirliğinde öldür beni, varıp anda ölmeyeyim."(191)

İnsan ruhunun derinliklerindeki ilâhî benliğe ulaşmak için, yüzeysel benlikten geçmek gerekir. Tasavvuf yolunun en önemli aşamalarından biri olan bu dönemi geçirmek çok zordur. Vazgeçeceğimiz, topraktan
olan benliğimizdir. Bu benlik sürekli değişir; bir taraftan oluşur bir taraftan bozulur. Bu kadar hızlı değişme içinde, benlik dâvâsı gütmek pek anlamlı değildir.

"Söz issi sözün alır, sûret toprakta kalır
Her kim bu hali bilir, kend'özünden vazgelir."(46
) Dost yoluna gidişte nefsani benliğin istekleri, aklın merak ve soruları, nefsi sakınmak ve korumak çabaları insanı yolundan alıkoyar. Bu nedenle, benlikten her hâlükârda vazgeçmek gerekir.

"Yunus imdi demegil dostu gerçek severim
Dostu gerçek sevenler b
enliğin elden kodu."(140)

"Terkeylegil ten tertibin, gider senden benlik adın" (64) diyen Yunus, bu evrenler içinde herşeyin Allah'ın hükmü ve iradesi altında olduğunu, onun dışında bir benlik iddiasında bulunmanın abes olduğunu; onun birliğine inanıp kab
ul eden kişinin, evrende ondan başka bilinçli davranan varlıklar olduğunu zannetmesinin câhillik olduğunu belirtir. "Allah birdir, onun ortağı yoktur" demek, evrendeki her şeyin Allah'ın birliği içinde olduğuna gerçekten inanmak demektir. Oysa yukarıdaki sözü söyleyen bir çok kişi, sözün gerektirdiği yüksek inanış düzeyine çıkamıyorlar; farkına varmadan Allah'a birçok ortak koşuyorlar.

"Eydürsün kim gözüm görür, da'viyi ma'niye irür
Gündüzün gün şûle verir, bu gece yanan nûr nedir?"(64)

İnsanlardaki can,
Allah kudretidir; yoksa, beden, organlar, damarlardaki kan hepsi birer bahanedir. Aslında her şeyin yokluktan var olması, her an içinde yaşadığımız en büyük mucizedir. Ama bu bile gelip geçicidir. Bu dünyada bulunuşumuz, bu dünya şartlarına göre yaratılmış bir vücutla ve geçici bir zaman içindir.

Zaten bu dünyanın sonunun boş olduğunu, bu dünyada benlik peşinde koşmanın anlamsız olduğunu Yunus, baştan anlamıştır.

"Sorun Taptuklu Yunus'a bu dünyadan ne anladı
Bu dünyanın kararı yok, sen neyimiş, ben ney
imiş!"(71) Kişinin kendine yönelerek özüne doğru hareket etmesi "gizli seyir"dir; insanın hayattaki esas hedefi de bu olmalıdır, çünkü;

"Eyit eyit kamusun, ne kân ü ne ma'densin
Sûret-i pür ma'nisin, padişahı sende bul.

Gel imdi hicâbın aç, senden ayrıl
sana kaç
Sende bulasın Mi'rac, sana gelir cümle yol."(80-81)

"Sen seni elden bırak, Dost yüzüne sensiz bak" (76) diyen Yunus, Allah katına, benliğin bırakılarak, "kendisiz sefer" edilmek gereği üzerinde özenle durur.

Öze vardıktan sonra insan, Allah'ın
bütün gücünü kendinde hisseder, "kul iken sultan olur" (87). İnsanın kendi özünden evrene bakışını, tasavvufun o aşamasını, Yunus kadar çoşku ile dile getirmiş âşık az bulunur.

"Bir dürr-i yetimem ki, görmedi beni ummân
Bir katreyim illâ ki, ummâna benim
ummân.

Bu âlem-i kesrette sen Yûsuf u ben Ya'kub
Ol âlem-i vahdette ne Yûsuf u ne Ken'an.

Adım Yunus olduğu bu cisim belâsıdır.
Adım sorar olursan sultâna benim sultân."(115)

Kendi benliğinden geçerek Dosta ulaşan, gözündeki varlık ve nefis perdesini
kaldıran, bütün evrenin Allah'ın ulu varlığı karşısında anlamsızlaştığını görür ve her şeyden vazgeçer.

"Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim, dükkanım yağma olsun.

Ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriş
tim, gümânım yağma olsun.

İkilikten usandım, birlik hânına kandım
Derd-i şarabın içtim, dermânım yağma olsun.

Yunus ne hoş demişsin, bal ü şeker yemişsin
Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun."(111)

Öz benliğine ulaşan Yunus'ta çok önemli bir be
nlik güçlenmesi veya benlik genişlemesi görüyoruz. "Benem", "oldum", "idim", "olam" gibi kelimelerle biten dizelerinde bu güçlenme, veya genişlemeyi çoşkulu olarak anlatmaktadır. Bu çoşku içinde Yunus'un kılavuzu sadece aşktır:

"Deniz yüzünden su alıp sun
uveririm göklere
Bulutlayın seyran edip arşa yakın varan benim.

Yıldırım olup şakıyan, gökte melâik dokuyan
Bulutlara hüküm süren, yağmur olup yağan benim.

Gördüm göğün melekleri her biri bir işteyimiş
Hak Çalab'ın zikrin eder, İncil ü hem Kur'ân beni
m."(87)

Yunus çoştukça sır sözlerini âyân eyler, yeri-göğü kontrolu altına alır; can olur, ten olur, Mûsâ, Süleyman olur; bütün melekleri kendi hükmü altına alır.

"Azrâil ne kişidürür kast idebile canıma
Ben onun kasdını gene kendüye zindân eyleyem

Ya
Cebrâil kim ola kim, hükmede benim âhıma
Yüzbin Cebrâil gibiyi bir demde perrân eyleyem."(86) Yunus'a gücü veren, gönlünde dopdolu olan Hakk varlığıdır. Diğer mutasavvıfların gizledikleri bütün anlamları, Yunus'un çoşkusu açığa çıkarmaktadır. Önceleri yok
lukyoksulluktan, ölümden, ölüm sonrası sorgudan, yok olmaktan korkan Yunus; aşk terbiyesinden geçtikten sonra bütün korku ve endişelerinden kurtulmakta, zamanlar ve mekânlar üstüne çıkıp sadece "sır" söylemektedir.

"Aşklılar bizden alalar, aşksızlar hod n
e bileler
Kimler ala kimler vere, ben bir ulu dükkan oldum."(87)

Yunus, sırlar içine daldıkça kişiliği güçlenmekte ve genişlemektedir. Gökte Peygamber ile Mi'raca çıkmakta, "ashab-ı suffa"dan daha kanaatkâr olmakta, hem Hz. Ömer kadar âdil olmakta, hem oğlanlarla fısk işleyip hadde basılmakta, Hallâc-ı Mansur ile dâra asılmakta, İsâ Peygamber ile göklere çıkmakta, Mûsâ Peygamber ile konuşmaktadır (90-91).

"Ne derisem hükmüm yürür, elimde ferman tutarım
Ne edersem hükmüm revan, çün hükm-i sultan tutarım.


İns ile bu cinn ü peri, devler benim hükmümdedir
Tahtım benim yel götürür, mühr-i Süleyman tutarım.

İbüs ü Âdem kim olur, ya aza yahut azdıra
Cümle benim eyi yavuz, kamusun benden tutarım."(87)

Bu duygular içinde bütün insanlar Yunus'un kavmidir, bütü
n dünya onun rızkıdır. Onu diri tutan Allah aşkıdır, onun verdiği can var iken âb-ı hayat istemeyi bile "karanlığa girmek" ve "hayvanlık" olarak niteler

Hak katında, onunla kaynaşmış olan Yunus'a ölüm yoktur; hattâ o, yedi iklimi diri tutandır, yeri-göğü
yaratan, Nuh'a tufan veren, dünyaya yüzbinlerce varlığı ve insanı getirip götüren, Yûsuf olup Mısır'da hüküm süren, rûzgar ile hareket eden, sofilerle bel bağlayıp ibadet eden odur.

"Yunus değil bunu diyen, kudret dilidir söyleyen
Kâfir ola inanmayan, ev
vel-âhir-heman benim."(97)

Tasavvufun bu aşamasına nefsimizle ve nefse bağlı cânımızla çıkamayız. Bütün maddî varlığı terkedip maddî varlığı destekleyen candan dahi vazgeçmek gerekir. Yunus'un

"Yer benimdir, gök benimdir, arş benim
Gör nicesi germişim s
ayvânımı."(195)

söyleyişi, ancak o zaman anlam kazanır.

Benlik genişlemesi durumunda Yunus, defalarca bu dünyaya gelip gitmekte; bu dünyadaki iyi-kötü, zengin-fakir, müslim-kâfir, büyük-küçük her türlü yaşayışı yaşamakta, her varlığın kılığına girmektedi
r.

"Deniz kenarında ova, kuyuda işleyen kova
İsâ ağzındaki dua oldum bile işe geldim.

Ay oldum âleme doğdum, bulut olup göğe ağdım
Yağmur olup yere yağdım, nûr oldum güneşe geldim." (183)

Bu arada bütün peygamberlerin çektiği eziyetleri çekmekte, göst
erdiği ilâhi özellikleri göstermektedir. Artık Yunus'un dilinde Hakk söylemektedir.

"Ol kâdir-i kun feyekun, lutfedici Rahman benim" diye başlayan şiirinde gene bütün evrenlerin sultanı olmakta; nutfeden âdem, yumurtadan kuş yaratmakta, insanların kimisin
e günâh işletmekte, kimisini zâhid yapmakta, kimisini mallar ve eşlerle zengin, kimisini fakir kılmakta ve şöyle devam etmektedir.

"Benim ebed, benim bekâ, ol kâdir-i hay mutlaka
Hızır ola yarun sakkâ, onu kılan gufran benim.

Hem bâtınem hem zâhirem, he
m evvelem hem âhirem
Hem ben olum hem ol benim, hem ol kerim-i han benim.

Yoktur arada tercüman, andaki iş bana âyân
Oldur bana veren lisan, ol denize ummân benim.

Bu yeri-göğü yaratan, bu arş u kürsi durduran
Binbir adı vardı Yunus, ol sâhib-i Kur'ân
benim." (179-180)

Yunus'un genişleme anında hissettikleri, bu dünya ölçüleriyle hareket eden aklın alamayacağı boyutlara çıkar. Bazen bütün denizler onun genişliği yanında bir damla gibi kalırlar. O bazen bir zerrenin içine girer, orada büyük evrenler içindeymiş gibi rahat hareket eder. Bazen Kaf Dağı onun gözüne bir zerre kadar gözükmez, ay ile güneş ona kul olur; bazen zamanlara hâkim olur. Ancak halkın içindeki Yunus'un bir çok eksikleri olduğunu, Allah ve Muhammed'in ihsanına muhtaç olduğunu çok iyi
bilir (154. bak ayrıca 115).

Yunus, gönül şarına (şehrine) yerleşince öylesine bir umman kesilir ki, her şey onun içinde yer alır. Yere göğe direk olur, yaz yaratıp yer donatır, yıldırım olup şakır, ağulu yılan olur, Hamza'yı Kaf'tan aşırır, duman olur, t
oz olur, âşık olur, doğru yolda kul olur (101). Aşk makamında Yunus ateş olur, İbrahim ateşe atıldığında bağ-bostan olur, Mansur ile bir olup "Ene'l-Hakk" diyen, Muhammed Mustafa ile Mi'rac seferine çıkan, orada söylenen sırları duyan olur:

"Şimdi adım Yu
nus'dur, ol demde İsmâil idi
Ol Dost için Arafat'a kurban olup çıkan benim.

Çarh benim hükmümde durur, her yanda ben oturmuşum
Mülk benim elimde durur, yakan benim, yanan benim.

Sa'd benim, said benim, Yunus dahi benimledir
İlm-i ledündür üstâdım, ol e
srârı duyan benim."(93)

"Bu fenâ mülkünde ben nice hayran olam" diye başlayan şiirde Yunus'un fena mertebesindeki gücü, evreni, zaman ve mekânı darmadağın ederek dolaşması çok dikkate değer. Burada ağlamakta, gülmekte, yükselmekte, alçalmakta, çeşitli şah
siyetlerin kılığına, çeşitli canlıların ve diğer varlıkların şekline bürünmektedir.

"Gah işidürem, işitmezem, işümezem aceb
Niçe bir nisyân olam, hayvân olam, insan olam.

Niçe bir sûrette insan ü sıfatta cânver
Niçe bir tilki olam, yâ kurd u yâ aslân ola
m.

Niçe bir tecrid ü tefrid ü mücerred münferit
Yâ niçe cin, niçe ins ü niçe bir şeytân olam."(99)

Fir'avun olur, Hâmâm (Fir'avun'un veziri) olur, Efreng (Frenk, Avrupalı) olur, Nemrûd olur; bütün kötü şahsiyetlerin kimliğine bürünür. Bazen de Ca'fer-i
Tayyar olur, Cercis olur, Calinos, Hipokrat, Lokman olur. Peygamberler sıfatından geçer; gâh Cennet'in bekçisi Rıdvân'ın yanına çıkar, gâh zindanlara girer.

"Geh ola odlar yakam, diller yıkam, cânlar yakam
Geh varam arşa çıkam, geh şâh u geh sultân olam.


Yâ niçe bir ben diyem, sensiz diyen utanmadan
Yâ niçe deksiz olam, dilsiz olam, hayrân olam.

Niçe bir balçıkta olam, alçakda olam, hâr olam
Geh varam gevher olam, yâkût olam, mercan olam.

Dâr olam, girdâr olam, Mansûr olam, berdâr olam
Ten olam, hem
cân olam, hem in olam, hem ân olam."(99)

Yunus'un bu fenâ mertebesindeki duygularını, gücünü, çoşkusunu tam olarak anlayabilmek için, o mertebede gerçekten yaşamak gerekir. Yoksa, o mertebeye çıkamayanlar için bu dizeler, ruhta küçük çırpıntılar uyandıran
güzel söylenmiş bir şiirden öte anlam ifade etmez. O ruh gücüne ulaşmak, zaman ve mekânı hallaç pamuğu gibi atarak her varlıkla kaynaşıp doya doya yaşamak; ancak fenâ mülküne ulaşmış velilerin yapabileceği bir iştir.

Aşığın sırra ermesi, fenâ mülküne çık
ması, kendi benliği içinde seyrederken olur. Herkes kendi benliği içinde korkmadan uzun bir yolculuğa çıkarsa kendi canını, kendi esas özünü, Allah'ını bulacaktır. Onu bulan, ilk başta şaşırır, kendisiyle onu ayıramaz.

"İsteyiben bulımazam, ol benisem yâ
ben hani
Seçmedim ondan beni, bir kezden olum âhi."(141)

"Ene'l-Hakk" şeklindeki sözler, hep bu dönemin çoşkusu ile söylenmiştir. Toprak olan sûretin yanında esas cevheri gören, artık toprak bedeninin peşinde koşamaz, hep can ile beraber olup onun istekle
rini yerine getirir. İnanmayan, canın bu değerini göremez, Allah'ın insana bu kadar yakınlığını göremez, onu bulmak için "uzak sefer" eyler. Onun, kendi içinde dolu olduğunu bilen ise, bir kerre ona ulaştıktan sonra hep onunla yaşar; onun yalnız bu andaki ve bu yerdeki değil, zamanın ve mekânın her boyutundaki tecellilerine katılır.

"Mun'im oldum yoksul iken, benim oldu kevn ü mekân
Yerden göğe, mağrıp, maşrık; yere-göğe doldum ahi."(141)

Kendi vücudunda, kendi gönlünde anlamlar denizine ulaşan, oradan i
ki cihanı da seyredebilir. Yerler, gökler, cennet, cehennem, yetmişbin hicâp perdesi, Levh-i mahfuzda yazılı olan her şey insan vücudunda vardır.

"Tevrât ile İncil'i, Furkan ile Zebûr'u
Bunlardaki beyanı cümle vücutta bulduk.

Yunus'un sözleri Hakk, cüml
emiz dedik saddak
Kend'istersen anda Hakk, cümle vücutta bulduk."(170)

Bunu anlayan kişinin, artık dışardaki âyetlerden ziyade içerdeki âyetlerle meşgul olması, kendi beni içindeki öz benliği ile yaşaması en doğru ve en açık bir yol olur.

Evrende asıl o
lan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Her türlü oluşu idare eden, yürüten odur. Madde, bu oluşta sadece bir vasıtadır. Sevgi olmasa maddenin hiç bir değeri kalmaz.

Allah'ın oluşu idare e
den sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Tanrı gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. Burada, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak, yaratılmış olan bütün varlıklardan daha çok Tanrı sevgisini bulunduran insanın gönlüne sefer eylemek, daha doğru bir yoldur.

"Fenâ mertebesi"ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah'ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, A
llah'ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Yunus'ta bunun birçok örneklerini görüyoruz.

Tasavvufun daha ileri mertebesi, "sonun başlangıçla birleş
tiği safha"nın geçilmesidir. Varlıkların ve onun içindeki insan türünün içinde, zamanın ve mekânın bir boyutunda bir tek insan olarak yaratılmışız. Bu realitenin gereklerini yerine getirmek için, Allah'ın yarattığı oluşa, sınav ortamındaki bir kişi titizliği ile hazır olmalı, onun gösterdiği doğru yolda maddî olarak da yaşamalıdır. Ama bunu yaşarken her zaman onunla içiçe olduğumuzu, onun sevgi dolu yönlendirmesine ihtiyacımız olduğunu unutmadan.

"Başdan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş
Hakk'tan ayrı n
e vardır, kalma gümân içinde

Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler
Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde."(119)


4. YUNUS EMRE'NİN EĞİTİM ANLAYIŞI

4.1. Eğitim gerekliliği



İnsan, çok büyük bir potansiyel olarak yaratılmıştır ve her yeni doğan insan, tertemiz olarak kendi hayatını ve kendi çevresini yeniden düzenleme hakkına sahip kılınmıştır. Alemlerin terbiye edicisi olan, bütün varlıkları halden hale getirerek olgunlaştıran, çeşitli işler yaptıran, çoğaltan Allah'tır. İnsan da, baştan sona onun
terbiye edici gücüne tâbidir.

Ancak insanın diğer varlıklardan bir farkı vardır. Diğer varlıklar, belli bir zaman ve mekân diliminde, kendilerinin yapacakları işlere göre bilgi ve yeteneklerle donatılmışlardır. Bu dünyada kendiliklerinden bir sistem kuru
p geliştirmeleri mümkün değildir. İnsanlar ise, bütün diğer varlıklardan ayrı bir grup olarak, "Allah'ın halifesi" olarak, dinamik bir yapı ile bu dünyaya gönderilmişlerdir. Onlara, diğer varlıklardan ayrı olarak dil verilmiştir, akıl verilmiştir ve en önemlisi olarak Allah'tan önemli mesajlar bulunan bir gönül verilmiştir.

Beklenir ki, insan duyu organlarıyla toplandığı algıları düzenleyip daha üst bilgi sistemleri kursun, birbirleriyle anlaşabilsin, düşünsün, gönlündeki kilidi açarak Allah'ın oradaki me
sajını okuyabilsin. Burada insana yardım edecek akıl, gönül ve duyu organlarının yanı sıra, geçmiş insanların binlerce yıllık tecrübeleri, bilgi birikimleri, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kitaplar ve bu peygamberlerin örnek yaşayışları da insanın gerçeği arayıp bulmasında en değerli yardımcılarıdır.

İnsanın eğitimine başlangıç, kendisinin mükemmel olmadığını, bir çok eksiklikleri olduğunu (yâni eğitime muhtaç olduğunu) anlaması ve eğitimi kabul edecek bedensel ve ruhsal hazırlık içinde bulu
nmasıdır. Eğitimin her kademesinde bu sayılanlar, yani ihtiyaç duyma, yetenekli olma ve hazır bulunma unsurları gereklidir.

"Yunus, eğer âşık isen, varlığın değşir yokluğa
İman kuşağın berk kuşan, de hep eksiklik bendedir." (54)

İnsan hiç eğitilmeden de
büyük, olgunlaşır ve sistemsiz olarak çevreden edindiği bilgilerle bir hayat sürer. Ancak burada, ihtimal bir çok yeteneklerini kullanamaz, Rabbinin kendine çizdiği doğru yolu bulamaz, Rabbinin yeryüzündeki halifesi olarak kendinden beklenen işleri yapamaz.

Diğer canlılardan ayrı olarak, insan tabiatı doğuştan boştur, çiğdir; bedensel büyüme ve olgunlaşmanın yanı sıra, zihinsel-ruhsal büyüme ve olgunlaşmanın da sağlanması gerekir.

"Her nesne çiğ olıcağız, od olmayınca pişmez ol
Benim dirliğim çiğ idi,
aşk odu oldu bahane." (117)

Bu pişme ve olgunlaşma kendiliğinden, veya kişinin tek başına çalışması ile olmaz. İnsan tek başına sadece duyu organlarıyla bu işi yapmaya kalkacak olursa zan, yalan, yanlış ve tezvir içine düşer. Olayların ve varlıkların arka
sındaki gerçeğe ulaşması, anlamları ve sırları yakalaması son derece zordur.

"Eydürsün kim gözüm görür, da'vayı ma'naya erir
Gündüzün gün şûle verir, bu gece yanan nûr nedir?" (65)

İnsanın duyu organlarıyla algılayamadığı, aklı ile düşünemediği bir çok g
erçeklik boyutları vardır. Kaldı ki, insan dediğimiz varlığın bu dünyadaki hayatı, onun gerçek hayatının çok kısa bir sınav dönemidir. O, başka hayat ve varlık boyutlarında, yaratılmadan önce de var idi, öldükten sonra da var olacaktır. O, bu dünyadaki kısa sınav dönemi dahil, bütün değişik hayat boyutlarında, "Elest meclisi"nde vardiği sözü unutmadan yaşamalıdır. Bu anlamda, insana ölüm yoktur; o, Hakk ile birlikte ezelî ve ebedidir, kıyâmetten sonra da var olacaktır.

Geniş zaman boyutundan bakacak olurs
ak, Kıyâmet sonrasında insan hayatındaki en kapsamlı değerlendirme yapılacak, ama ondan sonra insan hayatı başka boyutlarda devam edecektir. Bu geniş zaman ve mekân perspektifi içinde kendini değerlendiren insan, gönlündeki ana şifreleri bularak her yaşam boyutunda Hakk'ın tecellisinden mest olarak ve onun emirleri doğrultusunda yaşar.

"Ten fânidir, cân ölmez, gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil." (80)

Bu ölümsüz canların, bu kısa sınav dönemi şartlarına ve ana gerçeğe uygun olarak
, maddelerden ve ma'nalardan haberdar olması, kendi ana misyonuna uygun olarak iyi ve yararlı işler işlemeleri gerekir. İnsanın bu ulu misyona hazırlanması kendi kendine olamaz; önce Allah'ın ona bazı şeyleri nasip etmesi, daha sonra da uygun bir eğitimcinin yanında eğitilmesi gerekir. Yunus, bu gerçeği şöyle şiirleştiriyor:

"Gevher seven gönüller yüzbin yol eder ise
Hakk'tan nasip olmasa, nasip olası değil.

Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen
Bin yıl orda durursa, kendi dolası değil." (80)

Eğitim
işinin iki önemli unsuru vardır: eğitilen ve eğiten. Eğitimin olabilmesi için öğrencide uygun bir tabiat, akıl, yetenek ve öğrenme ihtiyacı bulunmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, Yunus'un şu şiiri, onun bu husustaki görüşlerini çok iyi açıklar:

"Aşksızlar
a verme öğüt, öğüdünden alır değil
Aşksız âdem hayvan olur, hayvan öğüt bilir değil.

Eksik olman ehillerden, kaça'görün câhillerden
Tanrı bîzar bahillerden, bahil dîdar gürür değil.

Boz yapalak devlengice, emek verme erte gece
Onun işi gözsepektir, sa
lıp ördek alır değil.

Şah balaban şahin doğan, zîhî övmüş onu öven
Doğan zayıf olur ise, doğanlıktan kalır değil.

Kara taşa su koyarsan, elli yıl ıslatır isen
Hemen taş gene bayağı, hünerli taş olur değil.

Yunus olma câhillerden, ırak olma ehillerden

Câhil ne var mümin ise, câhillikten kalır değil." (83) Öğüt, aklı olanlara, öğüdü tutacak iradesi olanlara verilir. Düşünmeyen, öğüdün arkasından gelen ma'nayı anlayamayan ve tutma iradesi göstermeyenlere öğüt verilmez.

"Onsuz sözün gör nedir, çok söz ha
yvan yüküdür
Ârife bir söz yeter, tende gevher var ise." (194)

Yunus, "Bu dervişlik yoluna aşk ile gelen gelsin" diye başlayan şiirinde de, arzusu, kabiliyeti, iradesi, azmi olmayanın bu sert eğitim yoluna girmemesi gerektiğini, sözle bu işin olamayacağı
nı şöyle anlatıyor:

Yunus, söz ile kimse kabiliyete geçmedi
Bûd u vücut dermiyân ortaya koyan gelsin." (192)

Gerçekliği öğrenmek için ona karşı duyarlı olmak gerekir. İnsanların çoğu, Allah'ın bu dünyadaki gerçeklerine karşı kördürler, sağırdırlar. Tıpkı
Yunus'un

"Sağır işitmez sözü, gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü, âlem münevver ise." (119)

dizelerinde olduğu gibi, içinde yaşadıkları gerçeklerden habersizdir. Çoğu kimsenin dış duyu organlarında bir arıza olmadığı halde, içte bunların verilerini
değerlendirecek bir merkez olmadığı için, aslında bunlar da kör ve sağırdırlar. Dış duyu organları kadar bunların içteki paralellerinin de uyanık olması önemlidir. İnsanın içinin de, dışının da aydınlık ve uyanık olması gerekir.

"Gönül yüksekte gezer, de
m-be-dem yoldan azar
Dış yüzüne ol sızar, içinde ne var ise." (119) Tasavvufta bir şeyhin, bir erin yol göstericiliğine, terbiyesine sığınmak çok önemlidir. Kişinin gönlü ne kadar coşkun, akıl ne kadar yüksek, yeteneği ne kadar çok olursa olsun, eğer uygun
şekilde eğilip yönlendirilmezse, hedefsiz akan bir suya, coşkulu ama amaçsız bir harekete benzer. Tasavvuf yolunun çilesi çok sabır gerektirdiği, akıl kuvvetinin yerine çoğu kez ruh kuvveti uyarıldığı için, bu yolda iyice pişmiş bir şeyhe sığınmak gerekir. Yunus, Risâletün-Nushiyye'sinde

"Eğer devlet gerekse akla danış
Mürebbisiz ileri varmaya iş." (13)

diyor. İnsan, ana vatandan o kadar uzağa düşmüştür ki, bir yol gösterici olmadan dönüş yolunu tekrar bulabilmesine imkân yoktur.

Bu yol din ve şerîat y
oludur ki, bu dünyadaki ferdî ve toplumsal davranışları en güzel, en iyi, en doğru (âdil) bir şekilde düzenleyerek öte dünyada da mutlu bir hayat yaşamaya yöneliktir. Bu yol tasavvuf yoludur ki, Kur'ân'ın derinliklerindeki anlamlara, varlık ve olayların iç yüzlerine, insan ruhunun tâ özündeki Allah'ın "emri"ne yönelmiştir. İnsanın bu yolda seyretmesi çok daha zordur; yol uzundur, bazen dayanılmayacak kadar aydınlıklar, bazen her tarafı kapsayan deliksiz karanlıklar, bazen sonsuzluğa kadar uzanan dümdüz yollar, bazen içine düşülen kısır döngüler, girdaplar, bazen birdenbire yıldızların ötesine kadar yükselmeler, bazen sonu gözükmeyen uçurumlara dayanılmaz bir hızla düşüşler... Rehbersiz bir kişi, bu yolun daha başından döner; eğer ısrar ederse, fazla bir mesafe alamadan akıl ve ruh dengesini kaybeder. Bu yol, ilkönce insanın kendi kendisiyle hesaplaşması yoludur; günahlarının farkına varma, bunları sayıp dökme, tevbe ederek temizlenme yoludur.

Bu yola girecek kişinin bilinci de, bilinçaltı da tertemiz ve aydınlık olmalıdır. Başkalarının hatalarını görmeden kendi hatalarımızı görmek, bundan dolayı önce kendimizle hesaplaşmak gerekir. İnsanlar çılgınca yaşama sarhoşluğundan kurtulup nefislerini, hareket ve hallerini bir kere mülâhaza etmelidirler. Hattâ bir ker
e değil, Hz. Muhammed gibi, günde yetmiş kez tövbe etmeli, kalbinini üzerine konan manevî kirleri günde yetmiş kere temizlemelidir.

İnsanın iç dünyasına giden yol haset, kin, hırs gibi insana çok tatlı gelen ve önünü alamadığı bir çok pisliklerle tıkanmıştır. Bunun yanında sıfatlar, varlıklar, olaylar, gelenekler, yanlış bilgiler ve bunları iyi değerlendiremeyen akıl da insanın bu yolculuğuna bir engel olarak çıkar. Bu yoldaki engeller çoğu kez nimetmiş gibi görünür. Allah, "Her zümre, kendi nezdinde bulu
nanla ferahlık duymaktadır" (Kur'ân-ı Kerim 23/53) demektir. Elbette bu anlayış ve zevk, Allah'ın tecellisindendir ve onun oluşu yürütmesi için gereklidir.

İnsanın kendi nefsinde olup bitenleri bilmesi ve bunları Allah'ın ilâhî kânûnlarına göre değerlend
irmesi, kendi kendisiyle mücâdele ederek, kendini terbiye ederek özüne ulaşması mürşitsiz olacak bir iş değildir. Bu yolda erenlerin himmeti, nazarı, terbiyesi çok önemlidir. Yunus'un dizelerine bakalım:

"Âşık oldum erene ermek ile
Hakk'ı buldum er yüzün
görmek ile.

Ere dedim, erde buldum maksudum
Bulamadım taşradan sormak ile.

Pınar idim, erenler kıldı nazar
Deniz oldum, dört yana ırmak ile." (117)

Erenlerin sohbetinde ve gözetimi altında, Allah'ın hidayeti ile yapılacak bir eğitim, insanı muhakkak ki
gönlündeki doğruluk ve aşk kaynağına ulaştıracaktır.

"Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar
Yunus Emre'm yolsuzlara yol gösterdi vü hoş eder." (158)

4.2. Eğitimde yanlış anlayış ve uygulamalar: medreselerdeki ilim öğretimi


Tasavvufun eğitim anlayışı, o zaman çok yaygın olan medrese eğitiminden farklı, hattâ bazı açılardan ona tamamen zıt idi. Bu farklılık ve zıtlık konu, amaç, metod ve kurumlar bakımından idi.

Medreselerde öğretimin ana konusu din idi. Din ise, bu dünyada ve öte dünyada Allah'ın dosdoğru yolunun asgarî şartlarını veriyordu. Dinin insanları eğitme biçimi, onların, nefsanî duyguları arasında dengeli biçimde yaşamalarını sağlamaya yönelikti. Ama bu eğitim onları Allah'ın gerçeklik denizine dalmaktan alıkoyuyordu.

Konunun rahat
ça anlaşılabilmesi için, Yunus'un ve tasavvufun bu konulara bakışını kısaca görmek gerekir. Yunus'un din anlayışı, şerîatın din anlayışından daha farklı; kendince ondan daha ileri idi. Medrese mezunlarının savunduğu "şerîat yolu", Yunus'a göre, menfaate dayalıydı ve insanları öte dünyada Cennet'e ulaştırmayı amaçlıyordu. Bunun için insanlar ibadet ve diğer dinî davranışları yapmak zorundaydılar.

Mutasavvıfların amacı ise, Cennet gibi, kendi nefislerinin rahat edeceği bir yere ulaşmak değil, yüce Allah'ın
zâtında erimekti. Yunus, "Aşk imamdır bize, gönül cemaat" diye başlayan şiirinde, Allah'a dâima dua ettiklerini, onun dost yüzünü görüp varolan her şeydeki tecellinin arkasında Hakkı gördükten sonra kesin birliğe ulaştıklarını, artık şirk, ortak diye bir şeyin olmadığını, kendilerinin her dem onunla kaynaşıp onun iradesi doğrultusunda hareket ettiklerini anlatır.

"Belî(â) kavlin dedik evvelki demde
Henüz bu demdir ol vakt u bu saat.

Derildi beşimiz bir vakte geldi
Beşi bir eyleyip kim kıla tâat." (44)

Şerîat, İslâmın şartlarına sıkı sıkıya riayet edilmesini ister. Mutasavvıflar bu şartlara hiç hıyanet etmezler, hiç fitneye düşmezler; bu nedenle de davranışları diğer insanlarınkinden farklıdır.

Onlara göre, hakikat bir deniz; şerîat o denizde tahtadan b
ir gemidir. Hakikat denizindeki bazı fırtınalardan ve çok yüksek dalgalardan bu geminin tahtaları kırılabilir. Bu denizde bir tahta gemi ile seyahat etme yerine o denizde yüzmeyi, o denizin bir parçası olmayı öğrenmek daha doğru bir yoldur. Bir denizde yüzebilen kişi, gemi ile seyahat edenlerden çok daha ileridir.

"Bundan içeri haber işit eydeyim ey yâr
Hakikatin kâfiri, şer'in evliyasıdır." (49)

Şerîat, dünya işlerinin din açısından düzenlenmesidir. Aşk yoluna giren kişinin bu dünyada bir kararı, bir be
klentisi yoktur. Bu dünya bilgisi, insanı bu dünyaya bağlar ve bu şekilde hakikat yolunda bir engel olur.

"Aşk erinin gönlü dolu pâdişahtan nevâledir
Aşksız âdem nic'anlasın, çün şerîat havaledir." (66)

Aşk makamında, zamanın ve mekânın her boyutunda Al
lah'ın birliğini kabul eden, cümle yaratılmışı, cümle işleri O'nun eserleri, O'nun işleri olarak gören, her şeyin, her yerde, her an O'nun hüküm ve iradesinde olduğunu bilen kişiye, şerîat ayak yetiremez. Yunus, kendisinin şerîat yolunu izleyenlerden farkını şöyle anlatıyor:

"Şerîat oğlanları nice yol eyde bize
Hakikat deryasında bahrı oldum yüzerim." (85)

Aşkın ilerlemiş mertebelerinde Yunus hem kendini o gerçeklik denizinden bir parça, hem de o denizleri, evrenleri kuşatan daha büyük bir gerçeklik olara
k görüyor. "Benim ol aşk bahrisi, denizler hayran bana
Derya benim katremdir, zerreler umman bana." (154)

Ayı, güneşi kendine kul sayan; Kur'ân'ın önderliğinde ezelî vatan olan Allah katına giden zamanların ve mekânların hâkimi ile şerîat ehli arasında g
ene de bir fark vardır.

"Şerîat ehli ırak, eremez bu menzile
Ben kuş dilin bilirim, söyler Süleyman bana." (154)

Şerîat, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara uzanan elleridir. Peygamberlerin yardımı olmadan Allah'ın sırrına ulaşmak mümkün değildi
r. Hakk yoluna, ancak şerîat ve tarikat kademelerinden geçilerek gidilir. Bu yoldan giderken haller, vecdler, marifetler v.s. ortaya çıkar.

İslâm tasavvufunda Hz. Muhammed'in koyduğu şeriata uymak, Mi'rac olayında Allah'a en çok yaklaşmış yaratılan olara
k onun yolunu izlemek esastır. Yunus'un ve mutasavvıfların karşı olduğu, Hz. Muhammed'in şerîatı değil, şerîat olarak dünya hayatının alabildiğine yüceltmesi ve hattâ öte dünyanın da, bu dünyadaki nefislerin isteklerine göre âyarlanmasıdır. Muhammedî şerîat için Yunus'un dediği şudur:

"Mumsuz baldır şerîat, tortsuz yağdır tarikat
Dost için balı yağa ne için katmayalar?" (65)

Bu dünyadaki insanları hayatın ebediliğine inandırmak; doğru ve âdil davranan, kendilerini yaratan Rablerine ibadet eden insanlar h
alinde tutmak için, zamanın ve mekânın değişik boyutlarındaki Cennet ve Cehennem yaşayışlarından haber verilmiştir. Alelâde insanlar için çok büyük terbiye edici özellikleri olan bu yerler, Yunus için pek anlam ifade etmiyor. Onun istediği Hakk'ın hakikatı içinde erimektir. Onun için Cennet'in hoş yaşayışı ile Cehennem'in yakıcı ateşi aynı şeydir (Tasavvuftaki "Nâr da Hakk, nûr da Hakk" görüşü gibi).

"Âşık mı derim ben ona, Tanrı'nın Uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzaktır, eblehler cânın tutmağa.

Tutulmadı
Yunus cânı, geçti Tamu'dan Uçmağı
Yola düşüp Dost'a gider, ol aslına uyakmağa." (38)

Allah'ın gerçeğine bir kere eren, "bir kere ol Dostun yüzünü gören", onun dışındaki hiç bir şeyle avunmaz; ne bu dünyadaki ne de öte dünyadaki hiç bir şey onun gözüne gi
rmez.

"Sekiz Uçmağın hurisi eğer bezenip geleler
Senin sevginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye.

Yunus seni seveliden beşaret oldu cânına
Her dem yeni dirliktedir, her giz ömrün eksitmeye." (40)

"Gözüm sana ermek için, elim sana ermek için" diye başlaya
n şiirinde de, Cennet için hiç bir arzusu olmadığını, kendisinin isteğinin bağ-bostan veya huriler olmadığını ve doğrudan Hakk'ı isteğini anlatır ( 104).

"Sensin benim cânım cânı, sensiz kararım yokturur
Uçmak'ta sen olmaz isen, vallah nazarım yokturur."
(62)

diyen Yunus, en büyük hazzının her şeyde Allah'ı görmek, O'nu seyretmek ve O'nu söylemek olduğunu anlatıyor.

Cennet ve Cehennem üzerine dayalı ve insan nefsinin öte dünyada sonsuz rahata ulaşması için bu dünyadaki hayatı düzenleyen din, mutasavvıf
ların daha baştan aştıkları bir hayat seviyesidir. Cennet ve Cehennem'e ilgi göstermeyen âşık için, bunlar üzerine kurulan dine de hacet yoktur.

"Din ü millet sorar isen, âşıklara din ne hâcet
Âşık kişi harap olur, harap bilmez din-diyanet.

Tâat kılan Uç
mak için, din tutmayan Tamu için
Ol ikiden fariğ olur, neye benzer bu işâret." (45)

Âşık, dünyadan da, âhiretten de geçmiştir. İlim ve ameli, zühd ü tâatı (dünyaya sırt çevirme ve gönüllü olarak Allah'ın emirlerine uyma), havf u recâyı (Allah'tan korkma
ve O'ndan ümidi kesmeme) bırakmıştır; Kıyâmet'i yoktur onun, sorgusu, Sırat'ı da yoktur.

"Ey âşıklar, ey âşıklar, aşk mezheb ü dindir bana
Gördü gözüm Dost yüzünü, yas kamu düğündür bana." (41 )

Yunus, sen-ben, kul-sultan ayrımını kaldırmıştır. Ezel il
e ebed, onun için dün ile bugün gibidir. O, bu dünyayı şöyle bir görmek için gelmiş, görmüş ve geri ezelî vatanda yaşamaya karar vermiştir. Ama onun buradaki yaşayışı da Hakk'a teslim olmuş bir yaşayıştır, Cennet'lere bedeldir.

"Kullarına va'deyledi, yarı
n Uçmak verem dedi
Ol dostların sevindiği, yarınım bugündür bana.

Yunus seni din edindi, din nedir, îmân edindi
Âşık bugün-yarın n'olur, işi budur önden sona." (41)

Aslında evrendeki herşey, Allah'ın bilgisi, plânı ve iradesi dahilinde olmaktadır. Evre
ne bakarken bu bilinçle bakmak gerekir. Olayların ve varlıkların gerisindeki gücü iyi tanımak gerekir. Ayağınıza bir taş değdiği zaman veya birisi bir taş vurduğu zaman taşa kızıp onu dövmenin, parçalamanın bir mantığı olur mu?

"Hiç kimesne kendinden hâld
en hâle gelmedi
Cümlemizin hâlini ma'şuk eder mukarrer." (46)

Öyleyse her şeyin Hakk'tan geldiğini bilerek olaylara, yaratıklara belli bir hoşgörü ile bakmalıdır. Tanrı her şeyi yapandır ama, gerek yaptıklarını gerekse insanların gözünü perdelemiştir. G
örebilenler için Tanrı'nın gerçeği apaçık ortadadır, göremeyenler için ise asla farkedilmeyecek kadar perdeler altındadır. Âşık, bu perdeleri kaldırmıştır ve her şeyi apaçık görmekte, gördüklerinin ise çok azını söylemektedir.

"Şerîat edebinden korkaram s
öylemeğe
Yoksa eydeyeyidim dahi ayrıksı haber." (46)

Âşık, bu gerçeklere ulaştığı için kârı-zararı, malı-mülkü çoktan bırakmış, bu sonlu zamandan sonsuz zaman boyutuna geçmiş, bütün dünyevî değer ölçülerinin üzerine çıkmıştır:

"Küfr ile imân dahi hicap i
miş bu yolda
Safâlaştık küfr ile, îmân yağmaya verdik." (77)

Küfür ile imânı bile, bu dünyada Allah ile kulları arasındaki pardelerden birisi olarak niteleyen Yunus, ulaştığı gerçeklik makamında sık sık Allah'ta erimekte, dünyada gördüklerini o gözle izah etmektedir. "Dünya benim rızkımdurur, kavmi benim kavmim-durur" derken ulaştığı geniş görüş de bundan kaynaklanıyordu. Yunus, ancak Allah katında, onu gerçekleri içinde eridikçe canlıydı ve anlamlıydı.

"Dinim, îmânım Ol'durur, O'nsuz olursam dünyada
Ne
puta, haça taparım, ne dîn ü îmân tutarım." (88)

Yunus, cân içinde cândır. Şerîatın, ilmin, amelin korumasından öteye geçmiştir. O, Allah'ın gerçeklerini bütün açıklığı ile bilme ve görme sahalarından (ilme'l-yakîn ve ayne'l-yakîn, Kur'ânı Kerim 102/7) o
oluşa katılma ve oluşun zaman ve mekân içindeki bütün safhalarında yaşama aşamasına (hakke'l-yakîn) geçmiştir. Şu dizeleri, o makamda söylemiştir:

"Oruç, namaz, zekat, hac cürm ü cinayet-durur
Fakir bundan azattır, hass-ı havas içinde."(120)

Tanrı ile a
radaki ayrılığı kaldırmak için, görünüşteki dinden daha ilerilere gitmek gerekir.

"Tadarsan aşk tadından, geçesin zâhir dinden
Ayrılığın adından ol vakit kurtulasın." (198)

Bu şiirinden dolayı Yunus, muhakkak ki, o zaman da çok eleştirilmişti. O; bunlar
a karşı yazdığı bir şiirde, Allah'ın kendi gözündeki perdeyi kaldırdığını; ilim ve hikmet okuyanların, "gizli anlamları" şerhedenlerin bile, dünyaya hâlâ perdeli baktıklarını anlatır.

"Dosttan gayri kimse bilmez kâfir-müslüman kimdiğin
Ben kılarım namazı
mı, Hakk geçirdiyse nâzımı." (130)

Görünüşte iyi olanların, dilinde ilm-i usul, sürekli namazında olanların, dışı bilgili ve pişmiş olanların, gerçekte, bunların tam zıddı olabileceklerini Yunus şöyle anlatır:

"Benim gibi mücrim kul, bir dahi isteye bul
Dilimde ilm-i usul; dileğim dünya sever.

Dışım biliş içim yâd, dilim hoş gönlüm mürted
İşim yavuz iyi ad, böyle fitne kanda var?" (53)

Dosta yakın bakma, hattâ onun içinde erime imkânı varken dünya nimetleri, inançları ve ilimleriyle uğraşmayı "Dosta ır
ak bakma" olarak niteleyen Yunus, Allah'ı açık görenin bu varlık evrenindeki nefs tuzağına düşmeyeceğini anlatır.

"İlim hod göz hicâbıdır, dünya-âhiret hesabıdır
Kitap hod aşk kitâbıdır, bu okunan varak nedir?" (55)

Kaldı ki, bu dünyada İslâm dininin ki
tabı Kur'an-ı Kerim'i ve onun Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın sünnetini okuyanlar, buradaki gerek anlamlara hiç bir zaman ulaşamıyorlar:

"Lâ şerike okursun, sonra şerik katarsın
Bire iki demegil, fitne kimden tutarsın?

Okursun tasrif kitap, nice bin
â vü i'râb
Havf u recâ sende yok, eyle kim bir Tatarsın.

Onikibin hadîsi cem eyledi Mustafa
Unuttunuz siz onu, şerh ile söz satarsın.

Kılarsın riyâ namaz, yazuğun çok hayrın az
Dinle neye varır söz, Cehennem'den bitersin." (108)

Burada eleştirilen şah
siyet ilim okur ama, değil Hakk'ı, kendini bile bilmez; gördüklerinden, okuduklarından ibret almaz; halka fetva verir, kendisi tutmaz; ilmi vardır, ameli yoktur. Ameli olmayan ilim de hiç bir işe yaramadığı gibi, insana dayanamayacağı kadar sorumluluk da yüklemiş olur.

Kendi gönlünü ve yaptıklarını Allah'ın her an okuduğunu hisseden, onun aşkıyla yanıp kavrulan, bu cihandan vazgeçip bilinmez mekânlarda onu arayan Yunus için, ilm-i hikmet okumak, Cennet ve Cehennem'le oyalanmak basit şeylerdir.

"Yedi Tamu
dedikleri katlanmaya bir âhıma
Sekiz Uçmak aldatmaya, bunda neye aldanayım?

Yüzbin hûri gelir ise aldanmaya bu cânımı
Aşkın gönlüm yağmaladı, senden nice usanayım?

İlm-i Hikmet okuyanlar, aşktan feragattir bunlar
Mansur oldum asın beni, her dillerde s
öyleneyim." (110)

Çok kitap okuyup da Yunus'u kınayanları, o, aşk kitabını okumaya, çevresindeki Hakk'ın tecellilerini görmeye çağırır: "Ey çok kitaplar okuyan, sen mi tutarsın bana dak?
Tâ bilesin sırrı âyân, gel aşktan oku bir varak.

Okumagıl ilmin y
üzün, ilme amel gerek güzin
Aç gönlüden bâtın gözün, âşık-ma'şuk haline bak.

Âşık-ma'şuk birdir bile, aşktan gelir her menzile
Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak." (74)

Özellikle bu son dizeden Yunus'un okuma-yazma bilmez bir ümmî âşık olduğu h
ükmü çıkartılır. Oysa Yunus iyi bir eğitim görmüş, devrinin zâhirî ve özellikle bâtınî bilimlerinde geniş bilgi sahibi olmuştu. Yukarıda sözleri bir serzeniş olarak söylemiştir. Ama o ümmidir ve ümmî olmakla da övünür. Çünkü ümmilik tasavvufun ana esaslarından biridir, Allah'ın bilgisi karşısında bilgisizliktir; insanın ekilmemiş tarla, yazılmamış kâğıt gibi temiz olmasıdır. Allah'ın ilhamlarını, böyle bir ümmî gönüle, tertemiz bir kalbe beklemek gerekir.

Çeşitli kitaplar şerhetmekle gerçeğin anlamına ulaşılamaz. Çünkü gerçeklik çok büyük bir denizdir. Bu denizi dıştan bilmeye imkân yok; onun içine dalmak gerekir. Şerîatla, bu denizde sadece yüzeysel olarak dolaşılabilir. Dört kitabı okuyup anlamını bilmemek, gerçeğin içine girmemek demektir. "Dört kitabı ş
erheden âsidir hakikatte
Zirâ tefsir okuyup ma'nasın bilmediler." (55)

Dört kitabın da esas anlamı aşktır.

"Dört kitabın ma'nası bellidir bir elifte
Bir dedirmegil bana, ben bu yoldan azarım.

Çün aşkın kitabını okudum tahsil ettim
Ne hâcet kim karayı
ak üstüne yazarım."(85)

Yunus da, bir çok mutasavvıflar gibi, medreselerde eğitim gördükten sonra tasavvuf alanına geçmiştir. Hakk onun gönlünü açmış, gönlündeki büyük gerçeği, hakikata açılan pencereyi ona göstermiştir. Yunus bu yolda mesafe aldıkça zâhi
ri ilimlerden ve davranışlardan soğumuş, bu sahalardan uzaklaşmış; ama onların eleştirilerine karşı da her zaman hoşgörülü olmuştur.

"Mescitte medresede çok ibadet eyledim
Aşk oduna yanıban ondan hâsıla geldim." (97)

"Yeni Yunus"u, aşk meydana getirmişti
r. Bu, din adamlarının kolayca anlayabileceği bir durum değildir. Burada, ancak âşık olanların anlayabileceği yeni bir algılama boyutuna geçilmiştir.

"Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi
Şöyle kaldılar âciz, bilmediler ne bab-durur." (60)

Onların bi
lemedikleri, ulaşamadıkları aslında insanın kendi içindedir; dolayısıyla insanın o büyük uykusundan uyanıp, kendi içindeki gerçeğe ulaşması gerekir. Burada Yunus'un hitabı şöyledir:

"Mescid ü medrese sende, sen dört yana perakende
Ne kaldın sen bu erkând
a, işin katı düşvar-durur." (67)

Yunus, Risâletü'n-Nushiyye'sinde, yapılacak öğretimin insana kendisini öğretmesi gerektiğini, esas amacın bu olduğunu anlatır:

"Nidiverir sana elin yuduğun
Seni unutturur mu okuduğun?" (16)

İlim hiç bir zaman insana kend
isini unutturmamalı, bilakis onun kendi özünü bulmasına yardımcı olmalıdır. Oysa uygulamada, ilim insanı dünya hayatıyla o kadar çok meşgul ediyor ki, onun kendini bilme ve öğrenmesini uzun yıllar engelliyor. Yunus'un da bu duruma düşmüş olduğunu şu dizelerden anlıyoruz:

"Nice devran kim, anda rıhle urdun
Okuyup aşr u âyet yolda durdun.

Nice ilm ü amel sen bu tapuda
Nice yıldan berisin bu kapuda.

Sözüm kend'özümedir, nükte değil
Bilin cân birlik' ikilikte değil." (18-19)

Yunus, insanı gerçeklik boyutuna
ulaştırmayan, sadece bu dünyada oyalanması sırasında ona bazı ilkeler vermek isteyen medrese eğitiminin özüne karşı olduğu gibi, uygulamadaki yüzeyselliğine ve hızına da karşıdır.

Âşıkları okuyan ve okutan Allah'tır. Medreselerde biraz okuyan ise, kendin
i derin danışman gibi görerek dervişlerle yarışmaya kalkar.

"Dosttur bizi okuyan, üstümüzde şakıyan
Şimd' üçbuçuk okuyan, derin danışman olur.

Danışmanın câhili unamaz dervişleri
Derviş ile danışman yavlak üşengeç olur.

Dânişmend oldur geldi, okuduğunu
buldu
Ehl dervişlere cânı, katı karışgan olur.

Hey bîçâre danışman, et derviş-i dervişân
Dervişlere erişen, işine pişmân olur." (63)

Dânişmendlerin okuduklarını tutmamasını birçok Kıyâmet alâmetleri arasında sayan Yunus (65), kendisine de, Dost'tan ha
ber gelip bu dünyada ezelî vatan yolcuğu için bazı hazırlıklar yapmak gerektiği uyarılarının sonunda şöyle diyor:

"Eyidin Yunus'a dursun, yüzünü toprağa sürsün
Öğüdün kendine versin, okuduğun tutsun demiş." (71)

İnsanı olgunlaştıracak, hidayete erdirece
k olan sadece okumak veya sohbetlere katılmak değildir; doğru davranış ve hareketler göstermektir. İnsan için hedef ve son değerlendirme budur; yoksa okuma ve dinleme bu yolda sadece bir araçtır.

"Kim ki bir dem sohbet ola, müfti-müderris mat ola
Bir ilâ
hi devlet ola, ondan içen oldu bâki.
Hırka ile tâc yol vermez, fereciyle âlim olmaz
Din-diyanet olmayıcak okusan yüzbin varakı.

Okudun yedi mushafı, ha tâat gösterir sâfi
Çün ki amel eylemedin, gerekse var yüzbin oku." (139)

Gerek maddî gerekse manevî dünyadaki en açık gerçeklik candır, ruhtur. Varlığı değişik şekil ve maddeler düzeyinde tutan, onların kendi aralarında olaylar meydana getiren, büyüten, hareket ettiren, olgunlaştıran candır. İnsanın maddî unsurları bu dünyadan, ama ruhu, canı, gönlü başk
a bir dünyadandır. Yunus, hakkında pek az şey bildiğimiz, Allah katından gelen bu unsura (Kur'ân-ı Kerim 17/85) şöyle işaret ediyordu:

"Ruhumdan kimesne haber veremez Emrdir, kadırlığı verir hareket." (44)

Ruh, gönül, can, akıl bu dünyaya da ayak uydurab
ilirler, öte dünyaya da! Ama onların esas vatanı Yüce Allah'ın birliğidir. Bu unsurlar onu isterler, özellikle de aşk içine düştükten sonra. Aşka düşmüş insanın Cennet'te, Cehennem'de gözünün olmaması, bunların kendi esas kaynaklarının farkına varmalarından dolayıdır.

"Gönlüm, cânım, aklım, bilim senin ile karar eder
Can kanadı açık gerek uçuban Dost'a gitmeğe.

Âşık mı derim ben ona Tanrı'nın Uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzakdurur eblehler cânın tutmağa.

Tutulmadı Yunus cânı, geçti Tamu'dan Uçmağı
Yola
düşüp Dost'a gider, ol asılna uyakmağa." (38)

Can veya ruh, bütün varlıklardaki Hakk'ın kudretidir. O kudret ile Allah bütün evrenlere, evrenler içindeki en küçük zerrelere kadar her şeye hükmeder. Bu kudretini istediği gibi yönlendirir ve istediği zama
n da geri çeker.

"Bilenlere sormak gerek, bu tendeki cân neyimiş?
Cân hod Hakk'ın kudretidir, damardaki kan neyimiş?(71)

Ten fânidir, cân ölmez, gidenler geri dönmez
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi değil." (80)

Canlar, Tanrı katından gelen ve bütün oluşu yönlendiren güçler olduğu için, içimizdeki can veya gönüle yönelmeliyiz. Onun için bunlar Tanrı'yı en iyi aksettiren makamlardır ve insanların kurtuluşa ermeleri, eğitilmeleri, doğru yolu bulmaları, Tanrı'nın bu merkezler vasıtasıyla bize hidayet etmesi
yle mümkündür.

"Gevher seven gönüller yüzbin yol eder ise
Hakk'tan nasip olmazsa, nasip alası değil." (80)

Allah'ın insanlara yönelmesi, hidayet etmesi için insanın da kendi kendini temizlemesi, eğitilmeye, doğru yönlendirilmeye hazır olması gerekir. İn
sandaki bu gayret; onun iradesine bağlıdır ve insan sorumluluklarının esasıdır.

"Gönül pisin yudun ise, kibr ü kini kodun ise
İkrar bütün olmayınca erden nazar olmayısar." (47)

4.3. Yunus için gerçek eğitim ve uygulaması



Yunus'a göre gerçek eğitim, medreselerde yapılandan tamamen farklıdır. Amaçları muhtevası ve eğitim teknikleri yönünden farklıdır.

Medrese eğitimi sosyal hayatın ayrıntılarıyla uğraşırken, tasavvuf eğitimi bireysel hayata ve tabiata yönelir ve onların özüyle meşgul olur. Medrese eğit
imi din ve davranış farklılıklarını değerlendirirken tasavvuf eğitimi ortak noktaları görür, farklılıkları birbirine yaklaştıracak bir hoşgörü bakışı sağlamaya çalışır. Bu farkı Yunus bir dizesinde şöyle vurgular:

"Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
H
alka müderris ise, hâkikatte âsidir." (49)

Tasavvufun peşinde koştuğu, eğitimde amaçladığı, Allah'ın gerçeklik denizine ulaşmak; olayların ve varlıkların zaman ve mekân içindeki bütün gelişimlerini, değişimlerini, amaçlarını ortaya koymak, evrenlerin amacını ve işleyişin ana gücünü öğrenmektir.

Evrenler, Allah'ın bilinmek için bazı güçlerini açıp geliştirmesi bazı güçlerin kuvveden fiile çıkmasıdır. Bu fiile çıkarma da aşkla, istekle olmaktadır. Şu halde evrenler içindeki ana dinamik güç, aşktır. Aşk, ür
eten güçtür; iyi şeyler ortaya koyan, en dengeli gelişimi sağlayan güçtür. Aşkın doğru kullanılmaması haset gibi negatif duygulara neden olmaktadır. Bu nedenle aşkın doğru zaman ve zeminde, doğru hedefe yönlendirilmesi gerekir. Mutasavvıflar dünyanın maddî yönü yerine, maddeyi harekete geçiren manevî yönüne bakmışlar; dünya hayatını düzenlemeye yönelik maddî ve dinî bilimler yerine "aşk bilim"ni öğrenmeye çalışmışlardır.

"Biz tâlib-i ilmleriz, aşk kitabın okuruz
Çalap müderris bize, aşk hod medresesidir."
(49)

Bu aşk bilimi bir denizdir ve orada yüzmeyi öğretecek olanlar da erenlerdir. O gerçekler denizinde yüzebilmek için de gözdeki perdelerin kaldırılması gerekir; böylece bir çok olayların ve varlıkların üzerindeki sırlar da kalkmış olur. Bu şekilde sırl
ara girme, ancak Hakk'ın gönüllerimizin vasıtasıyla bize yardım etmesi ve onun dilemesiyle olur.

"Âlimler kitap düzer, karayı aka yazar
Gönüllerde yazılır bu kitabın sûresi." (145)

Gönüllerdeki bu kitabı okuyarak evrendeki her şeyin gerçek yüzünü görmek
, ilim ve hikmet ile olmaz:

"İlm ile, hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâyip sırdır, ilme, kitaba sığmaz.

Âlem ilmin okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Âciz kaldı bu yolda, bu aşka el vuramaz." (167)

Bu sırları görme, ancak Allah'ın verdiği bir g
üçle olur. Kendisine o güç verilen kişi de, daha önce bildiklerinden, dünyadan ve hattâ canından vazgeçer. İnsanı oyalayan bu dünya varlıklarının çeşitliliklerinden, çekiciliklerinden vazgeçmeden Allah'a ve gerçeklik sırrına ulaşmak mümkün değildir. Yunus, Allah'ı böyle bir ortamda buluşunu eleştirenlere şöyle diyor:

"Âlimler, ulemâlar medresede bulduysa
Ben harâbât içinde buldum ise ne oldu?" (197)

Eğitimin amacı, tarih boyunca ya tam tespit edilememiştir ya da tam uygulanamamış; eğitim araçlarından bazı
ları amaç haline gelmiştir. Eğitimde bilgi öğretilmesi, aslında bir araçtır. Ama bir çok uygulamada bu bir amaç özelliği kazanmıştır.

Medreselerin eğitim amacı, genelde bazı dinî bilgilerin öğrencilere ezberletilmesi veya öğretilmesi seviyesinde kalmıştı
r. Oysa Yunus, kendi eğitim amacını net bir şekilde şöyle ortaya koymaktadır:

"İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen; bu nice okumaktır?

Okumaktan ma'na ne; kişi, Hakk'ı bilmektir
Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.

Dör
t kitabın ma'nası bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca, ma'nası ne demektir?" (163)

Başka bir şiirinde de şöyler diyor:

"İlm okumaktan gerek, kend'özünü bilmektir
Kend'özünü bilmezsen, bir hayvandan betersin." (107)

Hakk'ın gerçekler hazinesine gir
menin yolu, kişinin kendini bilmesinden, kendi gönlünden geçer. İnsan için en gerçek bilgi, kendisi hakkındaki bilgidir. Ama insan kendisinden ziyade dış âleme yönelmiştir. Kendi sırlarını bilmeden dış evrenin sırlarını bilebilmesi de mümkün değildir.

İn
sanın kendini bilmesi, gönlündeki kaynağa ulaşması ile; bu kaynağa ulaşma da Allah'ın insanın gönlüne nazar edip onu coşturması, aşka düşürmesi ve iyice olgunlaştırıp pişirmesiyle olur. İnsan aklının, gerçekleri aslında oldukları gibi görebilmesi de ancak böyle mümkündür. Kendi özünü bulan, oradan öteye gerçekler denizini görür ve kendisinin burada temelli kalmasını çeşitli nefis istekleriyle engelleyen kendi özünden vazgeçmek ister. Kendinden geçip Allah'ın gerçekler denizinde erimek ister. Bu da, bir kişinin kendi başına yapabileceği bir şey değildir. Bu noktada bir ermiş kişinin, bir şeyhin ona yardımcı olması gerekir.

Şeyh, mürşit veya Yunus'un deyişiyle "er", Allah'ı seven, bilen, onun sevgisine ulaşmış, "Dostun Dostu"dur. Gerçek âşık olabilmenin ilk ş
artı, böyle bir erin yanında kabul görmektir.

"Sen gerçek âşık isen, Dost'un dostuna dost ol
Bu halde kalır isen, dosta değil yaraşık." (74)

Er, kendisine ulaşan kişiyi rahatlatır, sakinleştirir, sadeleştirir, içini temizler ve kişinin kendi kendini değe
rlendirmesini, öğrenmesini ve kendi benliğinin derinliklerindeki doğruluk merkezine ulaşmasını sağlar. Bu işleri kişinin rehbersiz yapabilmesi çok zordur.

Zaten dünyanın her tarafında tasavvuf eğitiminin birinci şartı, mürşide tam teslimiyettir. Çünkü mü
rşit, öğrencilerinin özelliklerini çok iyi tanıyarak onlara uygun, farklı "seyir yolları" geliştirir. Yunus da böyle bir mürşidin yanında yetişmiştir:

"Ey yârenler, ey kardeşler, görün beni nettim ahi?
Ere erdim, eri buldum, er eteğin tuttum ahi.

Cânım
bir gözsüz cân idi, içi dolu sen-ben idi
Tuttum miskinlik eteğin, ben menzile yettim ahi.

Anladım kendi hâlimi, gözledim doğru yolumu
Tuttum ulular eteğin, hezrete ben yettim ahi." (200)

Erenler, Yunus'un gözünde ancak dost olunacak, kayıtsız şartsız t
eslim olunacak ulu kimselerdir.

"Kahir erenler atıdır, gayret dahi hil'atıdır
Erenler yayı katıdır, okları geçer kayadan." (189)

Er, tasavvuf yoluna girenler için örnek kişidir, âriftir, bütün mürşitlerin kazanmak istedikleri ana özellikleri sergiler.

"Yol oldur ki doğru vara, göz oldur ki Hakk'ı göre
Er oldur alçakta dura, yüceden bakan göz değil.

Er oldur kim, menzilim her dem göstere-dura
Değme ârif bu düşü yoramaz, işi değil." (175)

O nedenle mürşitler, eri Hakk sayarlar, ona kesin teslim olurl
ar, onun yaptıklarında, onun söylediklerinde tam doğruyu görürler; âdeta onu Hakk bilirler:

"Okudum, bildim deme, çok tâat kıldun deme
Eri Hakk bilmediysen abes yere yelmektir." (163)

Erenler bir denizdir, âşıklar bu denize dalarak oradaki gerçeklik cev
herlerini bulurlar, oradaki sırlara ererler. Erenler bir ana, bir öğretmen olarak kendi mürşitlerini bu denizde besler, büyütür, olgunlaştırır, gözlerindeki perdeleri açar, nefislerine sahip olmayı öğretirler.

Yunus Emre'nin şeyhi Tapduk Emre'dir. Yunus,
onun kapısında yetişmiş, halka onun öğretisin yaymıştır.

"Tapduk'un tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus miskin-çiğ idik, piştik elhamdülillah.

Vardığımız ellere, şol safa gönüllere
Halka Tapduk ma'nasın saçtık elhamdülillah." (116)

O, şeyhine, onun öğ
retisine o kadar bağlıdır ki, âdeta söylediği bütün şiirlerinde Tapduk söylüyor gibidir.

"Yarın mahşer kopıcağız, kamu kul nefsin deyiser
Ben Yunus'u hiç anmayam, Tapduk'u getirem dile." (126)

Onun vasıtasıyla kendi gönlündeki hakikata ulaşmış, orada bü
tün gönüllerdeki hakikatın, bütün gönüllerin bir olduğunu anlamıştır:

"Yine esridi Yunus, Tapduk yüzün göreliden
Meğer onun gönülden bir cur'a şerbet içti." (196)

Aslında gönül sahiplerinin söylediği gerçekler birbirinden farklı değildir; dolayısıyla t
asavvufun dervişleri gerçeğe ulaştırma yolu, bazı küçük ayrıntıların dışında, birdir. Ancak tasavvuf, öğrencilerle tek tek meşgul olmayı esas aldığı için, burada kitlesel eğitime geçmek mümkün olmamıştır.

Öte yandan, bu eğitimde, Allah'ın inayeti ve kişi
nin yeteneği de esastır. Bu gibi nedenlerle şeyhler bütün müritleriyle tek tek ilgilenmek zorunda kalmışlardır ve sınırlı sayıda öğrencileri olmuştur.

"Şeyh ü dânişmend ü velî, cümlesi birdir er yolu
Yunus'tur dervişler kulu, Tapduk gibi serveri var." (4
8)

Yunus'un şeyhleri silsilesi Tapduk, Saltuk, Barak gibi erlerle geriye doğru gitmektedir. Bu velilerin de Seyyid Mahmudu Hayrânî vasıtasıyla Mevlâna'ya bağlandığı ileri sürülüyor. Bir başka çalışmada da Yunus'un şiirleri ile Mevlâna'nın eserleri karşılaştırılarak bu kökün ortaklığı öğreti alanında da gösterilmeye çalışılıyor. Yunus, her şeyi Tapduk'un yanında öğrendiğini şiirlerinin çeşitli yerlerinde belirtmektedir.

"Yunus eydür er kuluyum, Tapduk'umuz Dost yüzüdür
İş bu söze inanmayan, edebilsin ettiğini." (200)

"Yunus bir doğan idi kondu Tapduk koluna
Avın şikâre geldi, bu yuva kuşu değil." (175)

Aşk, riya kabul etmez; aşk içerde gizlenemez, aşk bir potansiyel değil bir harekettir. Bu nedenle aşkta riyâsız teslimiyet esastır. Erenlerin anlamına er
en, onu sadece bilmekle kalmaz, aynı zamanda yaşar. Bilmeyen veya bildiğini yaşayamayanın, sözü hiç uzatmadan ere teslim olması, onun istediği şekilde yoğrulması gerekir (65).

"Miskin, biçâre Yunus, gördüm, bildim demegil
Tut erenler eteğin, düşgil suyun
a bir gün." (170)

Tasavvufta bir kişinin gerçek yolu bulup, bu yolda ilerleyip gerçekler denizine varması ve o denizde yaşamayı (yok olmayı) öğrenebilmesi için bir erin yardımı şarttır. İnsana bir eğiticinin gerekliliği hakkında Yunus'u okuyalım.

"Aklım
başıma gelmedi aşk şarbın içmeyince
Kendiliğimi bilmedim gerçek ere yetmeyince.

Kendi bilişiyle kişi, hiç erişe mi menzile?
Allah'a eremez kalır, er eteğin tutmayınca.

Var din-imân gerek ise iyi diril bu dünyada
Yarın orda bitmez işin, bu dünyada bitme
yince." (193)

Mevlâna'nın "Allah'ım, sözün harfsiz meydana geldiği o makamı gönülmüze göster" diye yalvardığı gibi, Yunus da harfsiz, sessiz, sözsüz olarak; tamamen zihnî bir çaba ile gerçekleri anlamayı, hattâ ne anlaması, gerçekleri eylemeyi, bir aktif
unsur olarak oluşa katılmayı gerçekleştirebileceğini söylüyor:

"Dilsizler haberin kulaksız dinleyesi
Dilsiz-kulaksız sözü cân gerek anlayası.

Dinlemeden anladık, anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi.
Biz sevdik âşık olduk, sevildi
k ma'şuk olduk
Herdem yeni dirlikte, bizden kim usanası?" (146)

4.4. Eğitim için dilin önemi ve sohbet metodu



Aslında evrendeki her şey aşkı dile getirir. Evrende var olan her şey Allah'ın tecellisi olduğuna göre, çeşitli şekillerde dile gelen de Allah'tır:

"Diyen Ol, işiten Ol, gören Ol, gösteren Ol
Her sözü söyleyen Ol, sûret cân menzilidir.

Sûret söz kanda buldu, söz ıssı kaçan oldu
Sûrete kendi geldi, dil hikmetin yoludur." (47)

Evrende her şekilde söyleyen O'dur; söz de O'dur. Evren, Allah tara
fından her an taze olarak yeniden yaratıldığına, her dem taptaze, ama geçmişten ve gelecekten kopuk olmayan bir yaşayış içinde bulunduğuna göre, sadece Allah'ın tecellisini anlatmak için bile söz yetmez. Çünkü çoğu kez oluş, sözden binlerce kat daha açık ve daha doğru anlatma gücüne sahiptir.

Zaten dil de, Allah'ın, diğer varlıklardan farklı olarak insana verdiği en büyük lütuflarından birisidir.

Varlıklar ve olayların o andaki çok zengin anlatım biçimlerinden farklı olarak, dil, insanların onları daha
üst düzeyde değerlendirmelerini, birbirlerine aktarmalarını, yeni tasarımlar kurabilmelerini sağlar. Dil de Allah'ın bir tecellisidir ve muhakkak ki, tecelliye çok büyük bir zenginlik ve ivme kazandırmıştır. Ancak unutulmaması gerekir ki, insanda dile gelen, Allah'ın iradesidir.

"Öğret imdi dil ne desin, şart oldur seni söylesin
Tevfik yâri kılar ise, gayri dile söyletmeyem.

Benim değil bu keleci, devlet senin Yunus neci?
Çün dilime kâdir sendin, sensiz dilim uzatmayam."88)

İnsan, belirli bir süre içi
n, bir imtihan ortamı olan bu dünyaya gönderilmiştir. Buraya gelirken kendisinden söz de alınmıştır. Bu verilmiş sözü hatırlayarak, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak iyi düşünmeli, ortaya iyi işler koymalı ve sonunda varacağı yer ile bağlantısını hiç bir zaman kesmemelidir.

Tasavvufta çoğu âşıklar, bir kere asıl vatanlarının farkına vardıktan sonra bu dünyadan tamamen geçmişler, sabırsızlıkla ana vatana özlemlerini dile getirmişler, vaktinden önce oraya varmak istemişlerdir.

Allah'ın bu dünyada çizdiği doğru yoldan ayrılmamak, sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmek gerekir. Ama aşk, vatan özlemi ve orada, Allah'ın engin zâtı içinde yok olma arzusu çoğu âşıkları dünya hayat standartlarının dışına çıkartmıştır. Yunus da, bunlardan biridir:

"Bu dü
nyaya gelen kişi, âhır gene gitmek gerek
Misafirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.

Gönül nice terkitmeye Dost eline giden yola
Âşık kişiler cânını bu yola harc etse gerek.

Cân neye ulaşır ise, akıl da ona harcolur
Gönül neyi sever ise, dil onu ş
erhetse gerek." (172)

Gerçi dil, Allah'ı söyleyecek, onun tecellilerini anlatacaktır ama buna kâdir midir? Dilin doğru ve tam söylemesi esastır. Bu noktada bir hata yapmamak için, dervişler genellikle susarlar. Ama içindeki aşk öyle bir noktaya gelir ki,
âşıkın her tarafından sızmaya başlar; göz ve kulaklardaki perdeler açılır, dildeki başlar çözülür, âdeta insanın içinde Tanrı konuşmaya başlar.

"İlm ü amel sözü değil Yunus dili söylediği
Dil ne bilir Dost haberin, ben Dost ile nice birem." (103)

Söz ile
anlatımın gücü, bu gücü doğru kullanmanın insanı nasıl yücelttiği, yanlış kullanmanın onlar için nasıl felâketlere neden olduğu, Doğu edebiyatında öteden beri en çok işlenen konuların başında gelir. Seslerin kelime ve cümleler halinde anlatım gücünün birdenbire artması, insanlara verilmiş bir özelliktir. Bu özelliği zaman ve mekân içinde bütün insanlar sonuna kadar kullanmıştır. İnsanlararası savaş ve barışların, sevgi ve nefretlerin temeli bu olmuştur.

Dolayısıyla insanların eğitmesinde, onlara doğru yo
lun gösterilmesinde kullanılacak en etkili yollardan biri de sözlü anlatım ve sözlü tesirdir. Zaman geçtikçe insanlararası haberleşme ve etkileşimde dilsel anlatımın gücü artmaktadır.

Tasavvuf eğitiminde de söz, eğitimin temelinde yer almıştır. Müritler u
zun süre sadece şeyhlerinin sohbetlerini dinlemişler; şeyhler de müritlerinin aklını ve gönlünü sözle yönlendirmeye çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır.

Tasavvuftaki yaygın kanaat, Tanrı'nın insanları yönlendiriken genellikle sözle yönlendirdiği şeklindedir. Değişik insanlarda konuşan, konuşmalarla insanları yönelendiren Allah'tır. Yunus, bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

"Ey sözlerin aslın bilen gel, de, bu söz nerden gelir?
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir.

Söz karadan aktan değ
il, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, Hâlık âvâzından gelir.

Biz bir bahane arada, ayruk de elden ne gele?
Hakk çün emir eyler câna, bu keleci ondan gelir." (51)

Tanrı, evrenin her yerinde binlece âyet ile kendini açığa koyarken, her an i
nsanların gönlüne ve aklına getirdiği düşüncelerle, ortada apaçık duran Kitabı ve peygamberleri ile insanlı doğru hareket etmeye çağırırken, insanlar bu daveti niçin duymazlar?

Âşıkların dilini çözüp, oradan hikmetlerini akıtan da Allah'tır. Her şey, onun
kendini açığa çıkarması için bir vasıtadır.

"Miskin Yunus bu sözü kend'özünden eyitmez
Hakk Çalap veribidi sabağın dilimize." (124)

Söz vasıtasıyla kimi yükselir, kimi alçalır; yükselme ve alçalma elbette tecellidir, ama burada insanın, Allah'ın kendine
verdiği iradeyi de sonuna kadar kullanması gerekir. Yunus

"Söz kılır kaygıyı şâd, söz kılır bilişi yâd
Eğer horluk, eğer izzet, her kişiye sözden gelir." (51)

diyor. Gene başka bir şiirinde

"Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diye
nin işini sağ ede bir söz." (68)

diye başlayan Yunus, doğru söylenmeyen bir sözün cevheri kara toprağa çevirdiğini, gafletle söylenen bir sözün cana sebep olacağını, insanı yükseldiği yerden aşağıya düşüreceğini; buna karşılık yerinde söylenen bir sözün
bu dünya cehennemini bile sekiz cennete çevirebileceğini anlatır. Ona göre, iyi sözler her işi başarıya ulaştırır (117).

Sözü söylerken yerini, zamanını ve söyleyiş biçimini iyi ayarlamak gerektiği gibi, sözün kime söyleneceğine de dikkat etmelidir. Anlam
ları bilmeyen, söylenen sözü doğru anlamayacak kişiye söz söylenir mi? Söz, anlayan için bir anlam ifade eder; onu tam anlamayan için hiç bir şey ifade etmediği gibi, yanlış anlayanları da yanlış yollara sevkeder.

Öte yandan, sözü doğru anlayan kişilere s
öylemek de yetmez; bir de gerektiği kadar söz söylemelidir.

"Onsuz sözün gör nedir, çok söz hayvan yüküdür
Ârife bir söz yeter, tende cevher var ise." (194)

Tasavvufun dershaneleri, dost meclisleridir ve buralarda sadece sohbet yapılır; göz perdeleri bu
rada açılır, kulaklar burada duyar; olayların ve varlıkların gerçek yüzleri burada ortaya çıkmaya başlar. Bu meclislerde önce, aklın nefisten bağımsızlığı sağlanır ve insan, aklın rehberliğinde gidebildiği kadar gider. Daha sonra akıl imâna, imân sevgiye dönüşür. Allah'ın tecellileri arasında onun bir tecellisi olarak yaşamanın hoşluğu, manevî hazzı duyulur. Kendi nefsini terbiye, onu tamamen kontrol altına alma yönünde fiilî hazırlıklara girişilir. Dünya, önce hayal ve düşe dönüşür, sonra bu hayal ve düşten kurtulma çabası verilir. Bütün bunların temeli dost meclislerinde, sohbetler sırasında atılır. "Yunus'un gözü-gönlü doludur Hakk sevgisi
Sohbet ihtiyar eden, yâd u bilişten geçer." (158)

Sohbetlerde bilgiler ve algılar kontrol edilir, bunların yanlışlığı açıkça ortaya konur. Dünya yeni bir gözle değerlendirilir. Yeni bilgilerin ve dolayısıyla algıların daha sağlam temeller üzerine kurulacağı öğretilir. Olayların ve varlıkların gerisindeki anlamlara, "sırlara" ulaşılır; orada teneffüs edilen, âdeta, gerç
ekliğin nefesidir:

"Bu sohbete gelmeyenler, Hakk nefesi almayanlar
Sürün onu burdan gitsin, durur ise çok iş eder." (158)

Orada içilen aşk şarabıdır, bütün evrene ve onun gerisinde her an her şeyi yaratmakta olan Allah'a duyulan sevgidir:

"Sohbetimiz i
lâhidir, sözümüz Kevser suyudur
Şâhımız şahlar şahıdır, çalgımız dost firakı.

Kim ki bir dem sohbet ola, müftî-müderris mât ola
Bir ilâhî devlet ola, ondan içen oldu bâki." (139)

Sohbetler, okumaktan çok daha etkilidir; hem bahsettiği gerçekler açısında
n hem sohbetlerde oluşan manevî eğitim ortamı bakımından. Bir yerde hep zekâya hitabedilir, oraya bilgi yüklenir; diğer tarafta en azından akla ve daha ziyade gönüle hitabedilir, orada bir ışık oluşturulmaya, bu ışığın bütün iç dünyayı aydınlatmasına, iç duyu organlarını uyandırmasına çalışılır.

Her insana kendi değeri, kendi öz benliğindeki hakikat pınarı gösterilmeye ve insan, o gönül merkezinin yönetimine sokulmaya çalışılır. Eğer bu başarılırsa, hem insanın kendi değeri ortaya çıkacak hem de kendi değ
erini gören, başkalarında da aynı yüce merkezin buluduğunu farkederek onlara da saygı gösterecektir. Böylece mikrokosmostan makrokozmosa kadar Allah'ın tecellisi olan bu evrene saygılı, yumuşak ama etkin bir bakış açısından bakabilecektir. Bunlar erenlerin sohbetlerinde kazanılır.

"Erenlerin sohbeti arttırır ma'rifeti
Bî derdleri sohbetten her dem süresim gelir." (59)

Sohbetlerde oluşan dert, dünyayla, dünyanın problemleriyle ve ıstıraplarıyla ilgilenmekten doğan derttir. Dervişler bu dertleri sadece yaşa
dıkları an içinde değil, zaman ve mekâna yayılmış şekilleriyle de duyarlar.

İnsan nasıl yemek ve içmekle bedeninin dış biçimini geliştiriyorsa, sohbetlerle de ruhunu, "canını" geliştirir. Sohbetlerde alınan "can nimeti"dir.

"Sohbet cânı semirtir, hem âşı
kın ömrüdür
Sohbet Çalab'ın emriyle, erenin himmetidir." (52)

4.5 Eğitimde öğrencilik dönemi: Dervişlik - Miskinlik



Tasavvufta, öğrenci yetiştirme süresi belli değildir. Çünkü, diğer eğitim kurumlarından farklı olarak, burada, öğrencinin kendi isteği ile hocasına her yönden ve tamamen teslim olması esastır. O zaman çok zorlu bir eğitim dönemi başlamış olur ve burada en küçük bir ruhsal gevşeklik veya ara verme her şeyi sıfırlayabilir.

Tasavvufî eğitim anlayışının temelinde şu inanç vardır: İnsan en güz
el özelliklerle donatılarak yaratılmış, ancak bazı olaylardan sonra bu imtihan ortamına, bu aldatıcı ve pisletici dünyaya atılmıştır. Bu arada maddî ve manevî nefis istekleri de insanın özellikle içinde yaşadığı sosyal yapıyı alabildiğine bozmuştur.

Eğit
imin hedefi, önce kişinin geçmişinden kalan zihinsel ve ruhsal yapılanmayı (vaziyet alışları) silerek zihnini ve bilincini berraklaştırmak; sonra onları ilk çıktıkları saf kaynağa, Tanrı'nın özüne geri göndermektir. Bu da çeşitli kademeler halinde gerçekleştirilir. Meselâ;

Çokluk perdelerini aşıp nefsi kontrol etme, Allah'a doğru seyir ("seyr ilellah"), Çokluk perdelerini tamamen geçip Allah'tan başka bir evren olmadığını, evrendeki her şeyin Allah'ın tecellisi olduğunu bilme; Allah'ta seyir ("seyir fillah
"), Açık ve gizli bütün zıtlıkları kaldırarak evrendeki her şeyi bir bütünün parçaları olarak görmek ("aynü'l-cem") Bu seviyeden tekrar halka dönmek, çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmek; Allah ile Allah'ta seyir ("seyr billah anillah")

Tasavvuf eğit
imi sırasında, önce insanın iç dünyasında bir fırtına yaratılır. Burada insan kendi nefsine, kendi arzu ve isteklerine karşı savaş verir; kendi kendini değerlendirir, kendi kendisiyle hesaplaşır.

Tasavvufta bu başlangıç; insanı kendisini değerlendirme ve
kendisiyle hesaplaşma seviyesine getirme çok zordur. İnsanların evrende en çok korktukları şey, kendi iç dünyalarıdır. Bütün dünyaya meydan okuyan, bütün dünyaya hesap soran insan, kendi kendisinden hesap sormamakta, kendi iç dünyasına girip, esas savaşacağı ile savaşıp orayı durultamamaktadır. Bunun yerine bir çok arzu ve yasakların çarpıştığı, bir çok zıtlıklar içinde bulunan bir varlık olarak yaşamaya devam etmektedir. İnsan huzursuzluklarının hepsi buradan kaynaklanmaktadır.

İnsanın iç dünyasındaki bu
huzursuzluk dış dünyaya da çok değişik boyutlarda yansımakta, orayı da kasıp kavurmaktadır. İnsanların çeşitli dinler, milletler, devletler, sosyal sınıflar, toplumlar halinde ayrılıp birbirleriyle çekişmeleri, savaşmaları; bu yetmiyormuş gibi saldırganlık ve düşmanlığın bir çok masum tabiat unsurlarına doğru yönlendirilmesi, onların tahrip ve yok edilmesi, hep insanların içindeki huzursuzluktandır.

Oysa insan, önce kendi iç dünyasında bir barış ortamı sağlamalı, sonra bunu içinde yaşadığı tabiat ve toplum
a da yansıtmalıdır. Diğer insanlara ve tabiata karşı hoşgörülü bir bakış, ancak böyle sağlanabilir. Tasavvuf eğitimi de bunu amaçlamaktadır.

Onun içindir ki kavga, âdeta ruhla bedenin (nefsin) kavgası gibidir. Bu kavgada, bu unsurlardan birinin diğerini tamamen yok etmesine izin verilmemelidir.

Nefs için ruhun öldürülmesi, insan için nasıl iyi bir durum değilse, ruh için nefsin tamamen öldürülmesi de aynı şeydir. Çünkü insan için bu iki güç de son derece gereklidir. Nefsi tamamen öldürerek bu dünyadaki sınavı kazanacağını zanneden, aldanır. Sınav nefs ile beraber başarılırsa anlamlı olacak, yoksa hiç bir anlamı kalmayacaktır. Bu dünyanın anlamına, bu dünyanın yapılışına ve insanın bu dünyadaki görevine iyice dikkat etmelidir; yoksa Allah'ın Kur'ân vasıtasıyla bize gelen iradesine karşı çıkılmış olur.

"Bu dervişlik yoluna aşk ile gelen gelsin
Ya dervişlik neydiğin bir zerre duyan gelsin." (192)

diye bir şiirine başlayan Yunus, tasavvufun uzun süren öğrencilik kademesi şartların şöyle anlatıyor: Bu yola gi
ren kişi riyâyı bırakacak, melâmetlik donunu giyecek, gözüyle gördüğü her şeye tepki göstermeyecek, bu işin sözle olmayacağını, sevginin onu bütün dünyadan ve hattâ kendi canından bile vazgeçireceğini bilip kabul edecektir. Dolayısıyla bu yola girerken ve girdikten sonra çok dikkatli olmak gerekir. Yunus'u dinleyelim:

"Ey bana derviş diyen, nem ola derviş benim?
Dervişlik yaylasında hareketim kış benim.
Derviş adın edindim, derviş donun donandım
Yola baktım utandım, hep işim yanlış benim.

Hırka tâcım gö
zlerin, fâsid işler işlerim
Her yanımdan gözlerim, binbir fasid iş benim." (184)

Derviş olamayan bir kişi, onu temiz kalpli sanan halkı kandırır, yalan söyler; içinde hiçbir manevî gelişme olmadığı halde dışarıya kendisini büyük bir ârif gibi gösterir. Bu
gibi durumları halk anlamaz, ama dervişlerin rehberi olan bir eren, bu gibi durumları hemen anlar ve gerekli tedbirleri alır:

"Kim dervişlik ister ise diyem ona nitmek gerek
Şerbeti elinden koyup ağuyu nûş etmek gerek.

Gelmek gerek terbiyete, cümle bil
diklerin koya
Mürebbisi ne der ise, pes ol onu tutmak gerek." (171)

diye dervişlik şartlarını açıklayan Yunus, şu şartları da sıralıyor: Derviş sabır ve kanaat gösterecek, çok tahammüllü olacaktır. Dünya işleri hakkında daha önce edinmiş olduğu bilgileri
bir yana bırakacaktır. Bu arada dünyadan da gönlünü çekecektir. Nefsini iyice terbiye edecek, meselâ üç günde bir iftar yapacaktır. Halkın değer yargılarına önem vermeyecek, onlardan etkilenmeyecek, sadece Hakk'ın arzu ve emirlerine uyacak, övgü ve yergiyi sadece oradan bekleyecektir:

"Dervişlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil." (173)

Eğitim gönlüde olacaktır; gönül olgunlaşmamış, pişmemiş ise burada hırka ile tâcın ne bir faydası olur ne de sorumluluğu. Gene bu a
nlamda olmak üzere, şu dizelerin de Yunus'a ait olduğu söylenir:

"Dervişlik olsaydı tâc ile hırka
Biz de alır idik otuza kırka."

Yunus, dervişlere öğüt olarak yazdığı bir şiirde, bu yola giren kişilerin önce gönüllerini genişletmeleri, oradaki kargaşayı
silip yeniden şekillenmeye hazır olmaları gerektiğini anlatır:

"Derviş gönülsüz gerektir, söğene dilsiz gerektir
Döğene elsiz gerektir, halka beraber gerekmez.

Eğer derviş isen derviş, cümle âlem sana biliş
Fodullığı hulka değiş, arada ağyar gerekmez.

Derviş olan kişilerin miskinliktir sermayesi
Miskinlikten özge bize mal ü mülk ü şar gerekmez.

Yunus sen gördün bir eri, artırma gördüğün biri
Şudur budur deyübeni, derviş târumar gerekmez." (167)

Gene kendini eleştirerek (aslında "melâmet makamı"ndan
söyleyerek) devrinde henüz olgunlaşmamış tasavvuf niyetlerine değinen Yunus,

"Sûfiyem halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim ma'rifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez." (163)

diye başlayan şiirinde de şu hususlar üzerinde duruyor: Bu gibi kişilerin boynu
nda icazeti olmakla beraber, ibadetleri riyâdır, endişeleri başka yerdedir, gönüllerini kibir kaplamıştır. "Hoş dervişem sabrım yok, dilimde inkârım çok
Kulağımdan gireni hergiz içim işitmez." (163)

Görenler, tâc ve hırkadan dolayı bunlara büyük saygı gös
terirler ama bunların iç dünyası karanlıktır, Hakk korkusu yoktur. Bu durumda, derviş olmayan kişiler bunlardan daha hayırlı, daha salihtirler:

"Dışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoş
İllâ ettiğim işi, dinin değşiren etmez." (163)

Dervişlikte şart
nedir? Önce dirliktir, sükûnettir; kızmamak, öfkelenmemek, kıskanmamak, kin tutmamak, haset etmemektir. Sonra, baktığı her şeyde Hakk'ı gören bir veliye kayıtsız teslim olmak, kendi varlığı dahil her türlü dünya malını elden komaktır.

Dervişlik, miskinl
ik demektir; miskin olmayan, dünya malı ve endişesinden geçmeyen derviş olamaz (57). İnsan aslında miskindir. Bu dünyaya çıplak gelir, çıplak gider; bu dünya malı -kendi bedeni bile- burada kalır.

Ama o, nefsinin azdırmasıyla dünyada kendinin ihtiyacında
n çok daha fazla şeye sahip olmaya çalışır. Sahip olma hırsı onun dünyayı doğru algılamasını engeller, gaflet içine düşürür, azdırır, zâlimleştirir.

Bu gibi durumlarda bir tek eğitici olgu vardır, o da ölümdür. Yunus bu şok olayı bir sarsılma, kökten değ
erlendirme ve kendine gelme unsuru olarak sık sık kullanmıştır.

Ama burada ölüm gerçeğinin, dünyanın, hayatın değerini sıfırlamasına izin verilmemelidir. Miskinlik, dünya malının insanın anlamını örtmesine engel olmak, ona gereğinden fazla değer vermemek
, her an onu sıfırlayabilecek bir ruh yapısında olmak demektir. Zaten bu ruh yapısına ulaşmış bir kişi kesinlikle kendi hakkında ve bir kaç günlük ihtiyacından başka dünya malı biriktirmez; onun esiri olamaz.

"Miskin ol bre miskin, gider senden kibr ü kin

Rüzgâr gelir geçer pes, kime ne kalasıdır?" (161)

Dervişin veya miskinin dünyaya bağlılığı kendi nefsi için değildir. O dünyayı sever, her şeyi hoş görür; çünkü her şey Hakk'ın, tecellisidir. Dünyanın değeri altınından, gümüşünden değildir, herşeyde Hak
k'ın dolu olmasından, herşeyin Allah'ın âyeti olmasındandır. Bu nedenle dünyayı dolaşma, gezip görme ("teferrüc"), tasavvuf eğitiminin önemli kademelerinden biridir.

Dervişlik eğitiminde kademe kademe göz önünde tutulması gereken bazı kapılar vardır. Yunu
s, dört kapı sayar. Bunlar şerîat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Tasavvuf eğitiminde bunların da daha ayrıntılı durakları vardır:

"Dört kapıdır, kırk makam; yüzaltmış menzili var
On'erene açılır velâyet derecesi." (132)

Bu kapılardan her biri
ni geçen için, bir gerideki kapıya dönmek artık sapıklık olur; menzil hep ilerdedir. Bu ilerleyiş sırasında ise hiçbir engel veya hoşluk, insanın imânı zedelememelidir.

Bu şekilde yetişmiş dervişler, tasavvuf eğitiminin yetiştirmeyi amaçladığı kişilerdir
ki, Yunus bir çok şiirinde bunları över.

"Her kim gördü yüzünü, indirir kend'özünü
İlm-i bâtından öter, eve dervişler geldi." (142)

İyi yetişmiş dervişler, uçan kuşlara benzer, iç dünyaları arştan daha uludur bunların. O nedenle, dış görünüşlerine bakara
k bunları hor görmemelidir. Yunus'un nezdinde bunlar senlik-benlik dâvasını kaldıran, evrene rahmet olan Allah'ın sevgili kullarıdır:

"Tersalar tapıya gelir, hükm ısları zebûn olur
Dağlar-taşlar secde kılır, göriceğiz dervişleri.

Gökten (inen) bir Kitab
'ı günde bin kez okur isen
Vallah didâr görmeyesin, sevmez isen dervişleri." 143)

Gene bir başka şiirinde de, kendine verdiği ama aslında bütün insanlara yöneltiği nasihatlarında; bir derviş görüldüğünde 'bir şey isteyecek' diye yüz çevrilmemesi, bilaki
s ona büyük saygı gösterilmesi gerektiğini anlatır (172).

"Gönlünü derviş eyle, Dost ile biliş eyle
Aşk eri şol ma'nada derviş içi boş değil.

Dervişlik aslı candan, geçti iki cihandan
Haber verir Sultandan, bellidir yâd kuş değil." (175-176)

Dervişler
in yaşayış biçimlerine, dış görünüşülerine bakarak onları değersiz boş kişiler sanmak büyük aldanmadır.

Yunus'un "miskin" ve "derviş" kavramlarına, gene aynı kişileri semgeliyen "garib" kavramını da katmak gerekir. Yunus, Türk edebiyatındaki garip şairler
in ilki ve en büyüğüdür.

"Acep şu yerde varm'ola, şöyle garip bencileyin?
Bağrı başlı, gözü yaşlı, şöyle garip bencileyin?" (190)

diye başlayan şiiri artık klasikleşmiştir. Derviş yaşayışı garip bir yaşayıştır ama, zaten insanın bu dünyadaki bütün yaşa
yışı garipçedir. Onun dünyadaki ömrü de misafirlikle geçen kısa bir ömürdür. O, hep ezelî vatanın özlemini çeker.

4.6. Eğitim hedefi: kâmil insan (ârif)



Kâmil insan, olgun insan, doğruyu bilen ve bildiği gibi davranan insandır. Bütün tasavvuf yolu insana önce kendisini bulduran, kendisindeki hataları gösterip onları bir daha yapmamak üzere tövbe ettiren, daha sonra kademe kademe içinde yaşadığı evreni ve bu evreni yaratan Allah'ı bulduran, bildiren bir yoldur. Bu yolun giriş kapısı kendini bilme, hatalarını bilme ve tövbe etmektir.

Tövbe, insanın uyanmasıdır. Dünya hayatı öyle yoğun olarak insanın ilgisini ve dikkatini çekmektedir ki, âdeta sürekli tövbe edilmesi gerekmektedir. Allah her an yeni bir iştedir; evrendeki her şeyi devamlı değiştirmekte, deva
mlı öldürüp dirilmektedir. Yâni, her an taptaze olarak hayata yeniden katılma imkânı vardır. Geçmiş ve gelecek perdeleriyle ve hayalleriyle fazla oyalanmadan, Allah'ın her an taptaze olan yaratışına katılmak, onun iradesine teslim olmak gerekir.

Tövbe, g
eçmiş zamana mahkum olmadığımızı, zaman perdelerinden kurtulabileceğimizi gösterir. Tövbe, insanın kendi hataları üzerinde, onlardan ders alarak yükselmesidir. Günâhların farkına varma ve tövbe etme, gelişme ve olgunlaşmanın başlamasıdır.

Tövbe, insanın
içindeki doğruluk makamının uyanması, esas doğruluk merkezi olan Allah'ın zâtı ile bağlantının kurulması ve o yaratıcıya, o ana kaynağa sığınmaktadır.

Uyanan insan, kendisinin bu dünyada kalıcı olmadığını, belli bir zaman için buraya gönderildiğini farked
er. Bu dünyada kendisini esir gibi hisseder ve hürriyete kavuşmak ister.

"Âriflere bu dünya, hayal ü düş gibidir
Kendini sana veren hayal ü düşten geçer." (158)

İnsanın hürriyetini engelleyen, büyük ölçüde maddedir. Kendi ihtiyacından fazla maddeye sahi
p olan insan, soğukkanlı bir değerlendirmede, maddenin de kendi nefsine sahip olduğunu görür ve bundan kurtulmaya çalışır. Aslında insan, kendi arzularının esiridir. Mal-mülk, şan-şöhret sahibi olma, bazı arzuları gerçekleştirmek içindir. Arzuları hep diri tutmak, ama aynı zamanda baştan sona hep kontrol altında tutmak gerekir.

Hürriyet!.. Kime ve neye karşı hürriyet? Maddeye karşı, kendi dışındaki insanlara karşı, kendi içinde insanı kontrol eden ve yanlış yaptıran, günâh işleten güçlere karşı hürriyet...
Hürriyet, Allah'a kulluğun dışında, insan ruhunun tamamen hür olmasıdır. İnsan, Hakk'a karşı kul, halka karşı hür olmalıdır (Ebu'l-Hüseyin bin Bünân).

İnsanın Allah'a lâyıkıyla kul olması da ancak hürriyetle olur. İnsanın hürriyetini kısıtlayan her şey,
onu Allah'tan uzaklaştırır.

İnsana "seçme hürriyeti" verilmiştir. Çoğu kez bu hürriyeti de doğru kullanamayız ama, her insanın Allah ile bir akti vardır ve Allah, insanlara güvenmektedir. Onu bu dünyada şeytanla başbaşa koymuştur ve ona verilen hürriyet
sınırları içinde, bu güç işi başaracağından emindir.

Tasavvuf, tam hür insan yetiştirmeyi amaçlamıştır ve başarmıştır. Yunus'un birçok şiirinde varlık kıskacından, zaman ve mekân sınırlamalarından nasıl kurtulup evrendeki her varlığa ve olaya nasıl doğru
dan katıldığının örnekleri daha önceden verilmişti.

Velilerin gösterdiği birçok "keramet" de, ârif insanların kendilerine ve bu madde dünyasına nasıl hâkim oldukları, onlar karşısında nasıl hür olduklarını göstermektedir.

Kâmil insan, iç dünyası son der
ece berrak insandır. Kendisiyle hesaplaşmasını tamamlamış, kendi içindeki nefsanî güçleri tamamen kontrol altına almış ve iyiliğe yöneltmiş, kendi kendisiyle her an barışık olan insandır. Âriflerin dış yüzlerine bakarak onlar hakkında yanlış zanlara kapılmamalıdır. Yahya bin el-Muaz, iyi yaşayan, çok ibadet eden zâhit ile ârifi karşılaştırırken şöyle diyor: Zâhit dıştan saf, içten karmakarışıktır; ârif ise dıştan karmakarışık, içten billur gibidir.

Ârif, bilen, tanıyan demektir. Gerek dış dünyada algıladığımız her şey, gerek insanın iç dünyasındaki hayaller, düşünceler Allah'ın âyetleridir. Bilinen her şey Allah'ın bir parçasıdır.

İnsan parçaları biliyor; bazen parçalar içinde kayboluyor, gerçeği bulma yolunda çok zaman yitiriyor. Tanrı'nın kendisine verd
iği ömür içinde, parçadan ana bütüne gidemiyor. Oysa her insan benliğinin derinliklerinde, Allah'ın birliğine, kendinin Allah tarafından yaratılıp bir süre için bu dünyaya gönderildiğine dair inanç vardır.

İnsan, Allah'ın evren olarak yarattığı bütünün b
ir parçasıdır. Evrenin her yerinde her an Allah tecelli ediyor; insanlarda da! Allah'ın insanlarda da her an tecelli etmesi, onun zihnine ve ruhuna gerçeklerin açıklanması, insanda kendisini de Hakk olduğu şeklinde bir kanaat uyandırıyor. Oysa kendi varlığı bile, insanı Allah'a karşı perdelememelidir.

Allah, her türlü varlıktan ve her türlü tasavvurdan yücedir. Bütün hakikatlardan o sızmaktadır ama o, bunları ve bunlar gibi sayısız hakikatları istediği her an yaratabilecek ve zaten de yaratmakta olan bir T
anrı'dır.

Ârif, Allah'ın varlıklarda ve olaylarda kat kat perdelerle tecelli ettiğini bilir. Bu perdeleri açtıkça gerçek daha açık olarak ortaya çıkmaya başlar. Ârif perdeler altındaki gerçeği, bâtınî bilgiyi arar. Bu arada dıştaki görünen duyu organlarını değil, onların içteki paralellerini; can kulağını, kalp gözünü kullanır.

Ârif, bir sır olan kendi varlığını çözümlemiş, kendinin ne olduğunu, görevini, önünü-sonunu bilen kişidir. İnsanın bu seviyeye gelebilmesi, bir şeyhin yardımıyla kendini çözümleyip
iç dünyasındaki sırlara ulaşması kolay değildir. Ârif, bu zor işi başarmış, dinamik bilgiye ("keşf") ulaşmıştır.

Âriflik, her şeyi anlayıp durgun bir hayata çekilmek değildir. Allah'ın evreni yaratması her an devam etmektedir ve biz onun bilgisine, onun
tasavvurlarına sahip değiliz. Biraz sonra neleri nasıl yaratacağını bilmiyoruz. Bu nedenle ârif, dünyaya açık insandır; her an Hakk'ın tecellilerini izler, gözler ve bundan büyük bir manevî haz duyar.

Ârif, sabırlı kişidir. Zaten kendisinin olgunlaşması
sırasında büyük riyazet ve mücâhedeler geçirmiş, ıstırap içinde olgunlaşmıştır. Dünya hayatının çekiciliğine karşı Allah'ın çizdiği sınırdan bir milim aşmamış, belâ ve ıstırabı ilaç gibi içmiştir.

Sabır, insanın kendi içinde verdiği savaşta, zaferi kazan
manın metodudur. Ancak insanın iç dünyasındaki savaş, bir defada olup biten bir savaş değildir. Doğumdan ölüme kadar her yaşta, değişik vesilelerle bu savaş çıkar ve her savaşta da Allah'tan emin olarak, ona teslim olarak gösterilen sabır, savaşın en hayırlı şekilde bitmesini sağlar.

Ârif, mütevekkil kişidir. Allah, kötülük yapmaz; onun yaptığı her şeyin hayırlı bir sonucu vardır. Bütün işlerin sonucunu tayin eden de Allah'tır. Bu nedenle, kendimizin yapabileceği kadarını yapıp gerisini Allah'a bırakmak, b
undan huzur ve mutluluk duymak tevekküldür. Ârif, Allah'tan hep hayırlı olan şeyleri ister ve verilenlere de râzı olur.

Ârif cömerttir. Cömertlik, tasavvuf eğitiminin olgunlaştırıcı unsurlarının en önemlisidir. İnsanın içindeki hırsı, kini kırar. Allah, b
ütün yarattıklarını rızıklandırır ve cömertlik, bu işte Allah'ın "rahmet" ve "rahim" sıfatlarının tecellisine katılmaktır, Allah'ın kudret, merhamet, ihsan ve lütfundan emin olmaktır. Dünya nimetlerine esir olmadığımızı, onlardan her an vazgeçebileceğimizi göstermek demektir.

Ârif merhametli insandır. Evrendeki bütün oluşları benliğinde yaşayan insan, zengin yaşayan, doya doya yaşayan insandır. Evrendeki bütün varlıklar daha önce bizim parçalarımızdı, daha sonra da bizim maddemiz onlarda hayat bulmaya deva
m edecektir. İnsan, tabiattaki bütün varlıklardan seçilerek yaratılan bir canlı; bütün varlık âlemi, insanı yaratmanın ön basamaklarıdır. Ârif insan, evrendeki her şeyi kendisinin bir parçası gibi görür ve onlarla bu incelik ve merhamet içinde ilgilenir.

Ârif, evrende yalnızca güzellikler görür. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey iyi ve güzeldir; çirkinlik, bizim onları kötü kullanmamızdan, aldanmamızdan ve kötü görüşümüzden kaynaklanmaktadır. Ârif, her şeyi Allah'tan zuhur ettiği gibi tertemiz görür; zıtlıkları, çatışmaları kaldırır; bunları, bir işi yapmak için ortak bir çalışma olarak değerlendirir.

Her şeyi gerçekte olduğu gibi görmek ne güzel şey! Tasavvuf, evrendeki her şeyi güzel görme eğitimidir ve ârifler bu eğitimin başlıca ürünleridir. Ârif, bu d
ünyayı Allah'a dua eden, ona çeşitli şekillerde ibadet eden unsurlar olarak görür. Kendi yaptığı her şeyin de bir dua hûşûsu ve hoşgörüsü içinde olmasını ister. Allah'ı sever, onun için Allah'ın tecelli ettiği her şeyi de sever.

Tasavvuf eğitiminin ürünü olan "ârif" ile medrese eğitiminin ürünü olan "âlim" arasında önemli farklar vardır. Âlim her zaman kitaplara bağlıdır; öğrenme yoluyla, akıl ve düşünce yoluyla Allah'a varmaya çalışır. Allah'ta, Allah ile yaşamayı zevk bilir, hakikatları anlamada keşif me
todunu kullanır. Âlimlerin anladığı şekilde bilim, Yunus için bir göz perdesidir.

"İlim hod göz hicâbıdır, dünya-âhiret hesabıdır
Kitab hod aşk kitabıdır, bu okunan varak nedir?" (55)

İlim ve hikmet okumakla kimse gerçeğin sırrına ulaşamayacağı gibi (16
7), bunlar insanın aşka ulaşmasına da engel olurlar (110). Bu ilimler içinde öğrenilen bilgiler ve buna göre yapılan ibadetler dahi aşk ile yapılmadıkça, sevgi ile desteklenip sağlama alınmadıkça kabul edilmez.

Öyleyse ilmin dış yüzünü okuyup onunla vaki
t geçirmemelidir. Bâtın gözünü açıp Allah ile yarattıkları arasındaki ilişkilere bakmalı, sırlara ulaşmalı, "ilm-i ledün" alanında ilerlemelidir (74,93). Çünkü ilim okumaktan gaye, insanın önce kendini, sonra evrendeki diğer şeyleri öğrenmesidir ki, bu da ancak "ilm-i ledün" ile olur. İlm-i ledün öğrenip, Allah'ın evrenin her yanından her an fışkırmakta olan ilminin içine dalmak, âşık olmak, ârif olmaktır (112).

Yunus ve Mevlâna, Anadolu'nun ilk "hümanist" mutasavvıfları olarak görülürler ve kendilerine gö
sterilen büyük ilgi biraz da bu sıfatlarındandır. Kimine göre Yunus, devrin feodalizmine dinsel perde altında muhalefet eden, "sağır protesto" gösteren gerçek bir hümanisttir. Din farkını kaldırır, bütün insanları bir tutar, her insanı Tanrılaştırır. Öte yandan Yunus'u Türk hümanizminin zirvesi olarak gösterenler de, meseleyi Batı'daki hümanizm hareketinin ışığında değerlendirirler.

Hümanizm, Batı dünyasının uzun ıstıraplardan ve hoşgörüsüzlüğün sonuçlarını acı şekilde gördükten sonra geliştirdiği bir fiki
r sistemidir. Bizim için ise bu, yeni bir akım değildir. İnsan olmanın, İslâm olmanın ana şartı, "hümanist"lerin ileri sürdüğü davranış özelliklerini göstermektir. Bütün insanlara sevgi ve hoşgörü, Yunus'un kendi şahsiyetinden ziyade, temsil ettiği fikir sisteminin, tasavvufun, İslâm dininin bir özelliğidir.

Üstelik Avrupa hümanizmi büyük ölçüde ateist bir hümanizmdir ve insan hak ve hürriyetlerini Hristiyanlık dinine karşı da korumayı amaçlar. Dinin ve din kökenli toplumsal kurumların baskısı olmadan, bi
limde ve güzel san'atlarda hür insan ürünlerinin ortaya çıkabileceği bir ortam yaratmak ister. Bu açıdan bakıldığında Yunus'un insan sevgisini bir hümanizm gibi görmek, onu daraltmak olur.

Daha önce de bazı noktalarda izah edildiği gibi, Yunus, bir İslâm
mutasavvıfının bütün özelliklerini hakkıyla gösteriyor. "Hümanizm" denilen fikir hareketi, insan sevgisi ve bütün insanları eşit görme olarak ele alınırsa; bu, tasavvufun sonuçlarından biri değil, başlangıç şartlarından birisidir.

Allah bu evreni yaratmış
ve her an yaratmaya devam etmektedir. Bütün bu olup bitenler Allah'ın hükmü ve iradesiyle olmakta, her şeyi O yürütmektedir. Bütün işlerin başını da sonunu da O bilir. Bütün evrenin yaratılış amacı, buradaki çeşitli varlıkardan seçerek ve yükseltme yoluyla insanı ortaya koymaktır.

Evren içindeki bütün yaratmanın gayesi insandır. Allah; insanın içine kendi ruhundan ruh koymuş, ona öğretmenlik yapmış ve daha sonra bilgi öğrenme ve geliştirmeye yatkın bir varlık olarak onu bu dünyaya göndermiştir, Bütün var
lıkların ve olayların özünde Allah olduğu gibi, özel olarak donatıp bu dünyaya gönderdiği her insanın özünde de Allah vardır. İnsana duyulan sevgi ve saygı bundandır. İnsan, evrendeki yaratmanın gayesi ve Tanrı'nın vekili olduğu için, fert insanın hak ve hürriyetleri üzerine din, toplum gibi hiç bir unsur çıkartılmamıştır.

Batı'nın henüz yeni yeni tartışmaya başladığı, hümanizm içinde fert insanın hakları problemi, görüldüğü gibi, oldukça dar gözükmektedir. İslâm, insan merkezli değil Allah merkezli bir h
ümanizm sergiliyor; Allah'ı ne kadar yüceltirseniz, yeryüzünde onun vekili olan insan da o kadar yükselir.

İslâm dini, insan içindir; toplum ve devlet için değildir. Hitap insanadır. Tanrı'nın emirleri zorlamadan tebliğ edilir. Eğer hür olarak inanılırsa
inancın bir değeri olabilir; zorlamayla yaptırılan "inanma", inanmanın tabiatına aykırıdır. Kaldı ki, Allah istediğini doğru yola ulaştıracağını belirtmiştir. Bu noktada zorlama, Allah'ın iradesine karşı çıkmaktır. O Allah, evrenin bütününe hükmünü yürütmektedir ve bizim bilmediğimiz birçok şeyi bilmektedir. Dolayısıyla onun hükmünü yürütmesine karşı çıkma veya hükmünü değiştirme çabaları, ne boş çabalardır!...

Allah, bütün âlemleri hem yaratan hem terbiye edendir. Evrende algıladığımız her şey onun âyetl
eridir. Ruhumuzda duyduğumuz, aklımızdan geçen her şey onun âyetleridir. Öyle iken, bu evrende herhangi bir şeyi sevmemenin, Allah'ın âyetlerini sevmemenin imkânı var mıdır? Allah, bu evrenler içinde hiç bir şeyi boşuna yaratmamıştır; her varlığın, her olayın bir hikmeti vardır. Öyle iken bu evrende sevilmeyen bir şey olur mu? Allah'ın yarattığı her şey mutlak iyi ve güzeldir. Öyle iken, bu evrende neyi sevmeyeceksin?

Tasavvufun sevgisi, ilk önce Allah'ın zatına yönelir; oradan dalga dalga bütün insanlara,
bütün varlıklara, bütün olaylara yayılır. Hem de rahman olarak, hem de rahim olarak. Yunus'un sevgisini bu genişlikte ele alıp kesinlikle daraltmamalıdır.

Yunus'un sevdiği Hakk'tır, dolayısıyla Hakk'ın yarattıklarıdır:

"Bizim hâlimizden bilen, kimdir aşka münkir olan?
Bizim sevdiğimiz Hakk'tır, bu, halka göz ü kaş gelir.

Erenler buna kalmadı, vardı yoluna durmadı
Hakk'ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir." (162)

Allah insana kendi yüzünü gösterince, insan, görünen ve varolan her şeyin Hakk'ın
iradesinin bir parçası olduğunu görür. İnsan kendisini iyi değerlendirince, kendi varlığının da Allah tarafından yaratıldığını ve kendi içinde yürüyen iradenin de Allah'ın iradesi olduğunu farkeder. Artık Hakk'a teslim olur, dua ve ibadetle ona katılmaya, onda erimeye çalışır (73).

Evrenin iradesi; doğumlar, büyüme ve olgunlaşmalar, ölümler ve yeni doğumlar Allah'ın elindedir. İnsanın gözü ve gönlündeki perde açılınca her şeyin Tanrı iradesi olduğu görülür.

"Hiç kimesne kendinden hâlden hâle gelmedi
Cüm
lemizin hâlini ma'şuk eder mukarrer.

Dost yüzünden nikabı her kim giderdiyise
Hicâb kalmadı ona ayruk ne hayr u ne şer." (46)

Bütün varlıklar ve olaylar onun birliğini ortaya koyar, cümle diller onu söyler, cümle gözler onu görür, cümle gönüllerde o var
dır. Algılananların binlerce katı sır dahi, onun birliğini gösterir.

"Onsekizbin âlem halkı cümlesi bir içinde
Kimse yok birden ayruk, söylenir bir içinde." (122)

Bu birliğe rağmen evrendeki bu varlık ve oluş "karmaşası" nedendir? Evrenin anlamlı olarak
yürütülebilmesi, içindeki varlıkların hoş bir akış içinde yaşayabilmesi için bu çeşitlilik şarttır. Bu çeşitlilikte birliği sadece insan anlayabilir. Bu da uzun bir eğitime, koca bir ömre bedeldir. Allah'ın birliği ve her şeyin, ama her şeyin bu birlik içinde küçük bir parça olarak yer aldığı farkedilince bu dünyadaki farklılıkların, aşırılıkların; kin, nefret, haset, savaş gibi uğraşların ne kadar boş olduğu anlaşılır. Yunus'un

"Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise, hakikatte âsidir."
(49)

dizesi, anlamını bu çerçevede kazanır. Bunun için olaylara geniş bakmalıdır, bunun için gönül yıkanmalıdır; bütün insanlara eşit davranması yetmez, kendini de bütün insanlara eşit tutmalıdır. Hattâ tasavvuf geleneğinde, kendi suçlarını, kendi içinde
n geçen duyguları açıkça bilen insanın, suçlarını itiraf edip daha aşağıda durması, alçaktan bakması esastır. Başkasına bir şey verirken kendine yarayan ve kendi sevdiği şeylerden vermeyen gerçek insan, gerçek İslâm değildir. Yunus, şöyle diyor: "Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu say
Dört kitabın ma'nası budur eğer var ise." (119)

Yunus'un evren sevgisini bu çerçeveye oturtmak gerekir. Ama tasavvuf şiirinde gene de Yunus'un sevgi dozu diğerlerinden çok üstündür. O, âdeta bir sevgi şâiridir. Dünya güzeldir
, hoştur; ama hem dünya güzellikleri geçicidir hem buradaki bütün insanlar misafirdir. Dolayısıyla dünya malına inanarak sen-ben çatışmalarına girmek, gönül kırmak, kavga etmek doğru değildir:

"Gelin tanışık edelim, işin kolayın tutalım
Sevelim-sevilelim, dünyaya kimse kalmaz." (69)

Her insan bu dünyadan gidecektir; bu dünyada ne yaparsa yapsın, neyin sahibi olursa olsun, ne kadar güzel, ne kadar yiğit, ne kadar zengin olursa olsun gidecektir. Öyleyse bu dünyadaki oluşa güzellik noktasından, iyilik nokta
sından, barış noktasından yaklaşmak gerekir. İnsana, Allah'ın bu evrendeki vekiline yakışan da budur. Yunus'un

"Ben gelmedim da'va için, benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim." (90)

söyleyişi, insanın bu dünyadaki bütün va
rlığına, amacına, davranışlarına hedef ve yaşayış tarzı göstermektedir.

Bu konuyu kapatmadan önce, Yunus'un vuslat haline ermiş, gerçeğe ulaşmış bir kâmil insanın, bir ârifin özellikleri üzerinde durduğu bir şiirinden (118) söz etmek gerekir. Yunus burada
ârifin yedi özelliğinin bulunduğunu belirtiyor ve bunların dördünü söyleyip üçünü gizliyor (gizlenen sırlar ancak halvet hallerinde söylenirdi):

Cümle milleti yermemek, herkese hoşgörü ile bakmak, Nefsine kul olmamak, onu semirtmemek, devamlı kontrol altında tutmak, Bütün heveslerden geçmek, hedefine, hiç bir şeyden etkilenmeden gitmek, Bütün dünyadan, dünyanın insanı bozan özelliklerinden vazgeçmek.

SONUÇ



Hem Türk dilinin söyleyiş güzelliklerini ortaya koyan hem de bir duygu çağlayanına sahip şiir dehası olan Yunus Emre, Türk eğitim tarihinde çok değişik bir eğitimci-velî kişiliği sergilemektedir.

Kendi gerçek hayatını ve yattığı yeri onun kadar ustaca gizlemiş, öte yandan efsanelere konu olup halkın gönüllerine girerek onun kadar ideal hayat yaşamış, her dönemdeki insanlar arasında yer bulmuş bir velî hemen hemen yoktur. O, bir hakikattır; maddî olarak var olmuştur ama bir sır gibi kendini gizlemiştir. Kendi gizlidir, sevgi ışığı yüzlerce yıldan beri bütün Anadolu'yu aydınlatmaktadır. Gördüğümüz kad
arıyla bu ışık bütün dünya insanlarına yayılmakta, dalga dalga onları da kendine çekmektedir.

Yunus bir tekkede yetişmiş, orada şeyhinden öğrendiği hakikat yolunu, Türkçe anlayan ve konuşan Anadolu halkına, dillerinden düşürmeyecekleri akıcı şiirler halin
de anlatmıştır. Şeyhinin, nüfuz edilmesi çok güç hakikat cümleleri, Yunus'un ağzında "yağ ü bal" olmuştur. Söyleyişleri o kadar güzeldir ki, yüzyıllar boyunca şiirde bir tarz gibi "Yunus'layın söylemek" usulü çıkmış; çoğu genç ozan duygu pınarlarını onun şiirlerini söyleyerek coşturmuş, düşüncelerini onun sözleri ve dizeleri arasından akıtmışlardır.

Fiilen Yunus'un tekkesi ve müridleri oldu mu (ki, olduğunu sanıyoruz), net olarak ispat edemiyoruz ama zaman içinde onun şiirlerini okuyarak oradan ilahî haya
tın gerçeklerine ulaşan birçok müridi oldu ve bunlar hâlâ da vardır.

O her zaman insanları bölen, onları birbirlerinden uzaklaştıran aslı hırsa, kine, kibire dayanan tarikatların üzerinde kaldı; mezhep çatışmalarının içine girmedi. Çünkü onun yeri bu tartışma ve didişmelerin çok üzerindeydi; bunların hepsine hoşgörüyle bakıyor ve insanları bu tartışmaların üzerinde sevgi ve birlik ortamına çağırıyordu.

Yunus, tasavvuf eğitiminde insan şahsiyetine en fazla önem veren, onu en sağlam şekilde oluşturan velile
rdendir.

İnsanın kendini ölçüp-biçip değerlendirmesi, kendine güvenmesi, kendi hak ve sorumluluklarına sahip olması, çağımızın en önemli problemlerinden biridir. Ancak insanın kendine güvenmesi neye dayanacaktır? Bilgisi, maddî gücü, manevî gücü, beceris
i olmayan bir insan neye güvenecektir?

Zamanımızın eğitiminde ve sosyal hayatında, insanlara "özüne güvenme duygusu" verme çabaları ya psikolojik çöküntü ve yıkımlara ya da gerçeklerden kopuk, hakka, hukuka dayanmayan patalojik saldırganlıklara dönüşüyor
. Bu sorun Yunus'un da ana sorunu. Ama bu insana güven sorunu, Yunus'ta bütün insanlar için tam doğru ve uygulanabilecek şekilde çözülüyor.

İnsanlar arasında bedenler, zekâ ve yetenekler, cinsiyet, milliyetler, ırklar, sosyal ve kültürel menşeler farklıdır; bunlarda bir eşitlik sağlamaya çalışmak da çok zordur. Ama Allah bütün insanlara bir sevgi ve hakikat kaynağı olan gönül vermiş, can vermiştir. Kendisi bütün insanlara buradan hakîm olmakta, bütün insanlar Hakk'a buradan gitmektedir. Bütün işlerin sonu
cu Allah'ın takdirindedir ve Allah'tan başka güvenilebilecek hiçbir kaynak yoktur. Başka bütün şeyler geçici ve aldatıcıdır.

Yunus, Allah'ına güvenmiş, halini ona arzeylemiş, onu sevmiş ona teslim olmuştur, Bütün insanların eğitiminde de birinci yol olara
k kendini iyice tanımayı, değerlendirmeyi ve kendi içindeki kötülükleri, pislikleri, haksızlıkları temizleyerek, kendisiyle barışık, kendisinden emin bir şahsiyet olarak gönüldeki sevgi kaynağı Hakk'a ulaşmayı anlatır.

Herşeyi yaratan ve herşeyin önden-s
ona hâkimi olan Allah, her varlığa canından ve gönlünden yaklaşır. Bu yaklaşım, Allah'ın bu dünyada vekili olarak yarattığı insanda, en yoğun şeklini alır. İnsan, bu nedenle dünyadaki üstünlüğünü, hak ve sorumluluklarını iyi takdir etmeli ve yerine getirmelidir. Bu noktada Yunus dünyaya, devamlı arayan, soran, değerlendiren, gerektiğinde kırıcı olmayacak şekilde eleştiren bir tarzda yaklaşıyor. Olgunlaştıkça, piştikçe dünyaya, zamana ve mekâna yeni bir bakış açısı, yeni bir yorum getiriyor. Gözlemlerden algılara, algılardan bilgilere, bilgilerden sırlara gidiyor. Bu işleri yaparken Yunus'un rehberi hep Kur'ân oluyor. Bu açılardan Yunus, tam bir İslâm mutasavvıfıdır.

O zamanki medrese hayatını ve şerîat uygulamalarını eleştiren veya sırları açıkladığı bazı ş
iirlerinden hareketle, onu İslâm dışı veya dinler üstü saymak büyük bir yanlış olur. Onu bu noktadan değerlendirme, ilimle uğraşanların yapabileceği bir şey değildir; aşk makamına, velâyet makamına çıkmak gerekir.

Görebildiğimiz, Yunus tasavvufta ve tasav
vuf eğitiminde sevgiye ağırlık veren bir yol geliştirmiş, gerçeğe ulaşmada ana metot olarak sevgiyi kullanmış, bütün gerçeklerin temeli olarak da sevgiyi almıştır.

Eğitim, insanlara bu sevginin öğretilmesidir. Evrendeki her şeyin, sevgi gücü ile nasıl oluştuğu, nasıl aktığı erenler vasıtasıyla öğretilecektir. Erenlerin yapacağı bu eğitim işi, kolay değildir. Çünkü insan beden ve ruhtan meydana gelen bir varlık olarak kendi dışında ve kendi içinde cereyan eden şeyleri anlayacaktır. Aslında insan bunu anlaya
cak şekilde teçhiz edilmiştir, ama varlık evreni üzerindeki perdeler, kendi ruhunun derinliklerine giderken karşılaştığı engeller eğitim işini zorlaştırmaktadır.

Eğitimin amacı ârif insan yetiştirmektir. Bu amaca ulaşmak da birçok meşakkatli kademeden geç
ilerek mümkündür. Bu yolculuk sırasında yol rehberleri, yol arkadaşları gerekir. Buna rağmen, eğitilecek olan ferttir. Eğitim yoluna giren kişi, metin bir şekilde kademeleri tek tek geçecek, sevginin egemen olduğu, herşeyin perdesiz gözüktüğü hakikat denizine ulaşacaktır. Allah'ın o gerçeklik dünyasında herşeyin ne kadar mükemmel oluştuğunu görecek, kendisi de bu mükemmel oluşa doğru yolda ve isteyerek katılacaktır.

Bu sevgi ve hürriyet denizinde artık bütün farklar kalkmış, bütün olaylar aydınlanmış; insa
nın içini sonsuz bir huzur ve mutluluk kaplamıştır. İnsan artık bu dünyada da, öte dünyada da yabancı bir varlık olmaktan kurtulmuş, zaman ve mekân içinde herşeyi kaplayan büyük birliğe, bilinçli bir varlık olarak o da katılmıştır. Tasavvuf eğitiminin ve Yunus'un amacı da budur.