Lâiklik, etimolojik olarak, din adami sifatini haiz olmayan kisi anlamina gelen, Yunanca "laikos"tan gelir. Nitekim Ortaçagda lâik deyimi bu anlamda, yani ruhban sinifina mensup olmayan sahislari ifade etmek maksadiyle kullanilmistir.

Ancak, yine Ortaçagda, Devletin mesrû temelinin tartisilmaga baslanmasi, lâiklik hakkinda da çesitli görüslerin ileri sürülmesine yol açmistir. Gerçekten uzun yillar boyunca, yalniz ruhbanî degil ayni zamanda cismanî bilcümle mesru otoritenin Papaliktan kaynaklandigi görüsü batida egemen olmustu. Bu görüse dayanak olmak üzere de Roma Imparatoru Constantinus'un vasiyetnamesinden bahsedilmekte idi. Buna göre kendisine karsi ayaklanan Massentius'un ordusu ile karsi karsiya gelen Constantinus, nihaî savasin arefesinde bir rüya görmüs, rüyasinda bir melek elinde tuttugu haçi ona göstererek "bu isaretle kazanacaksin" demis ve ertesi günü Constantinus elinde bir haç tutarak ordusunun basina geçmis ve savasi kazanmisti. Bunun üzerine Constatinus hem kendisini Augustos olarak ilân etmis, hem de Hiristiyan dininin serbestçe icrasini mümkün kilan bir Emirname yayinlanmis, bu suretle asirlardan beri Hiristiyanlara karsi yapilan tâkibata son vermisti. Bu arada Constantinus'un annesi Helen, Hiristiyan oldugunu resmen açiklamis ve Hz. Isa'nin mezarini ziyaret etmek üzere Filistin'e giderek orada bir kilise insa ettirmisti. Keza 325 yilinda -Hiristiyanlik tarihinde büyük bir yeri olan- Iznik Konsili bizzat Imparator Constantinus'un bir konusmasi ile açilmis ve Imparator Konsil'in fahri baskani seçilmisti.

Hem dini lider, hem imparator

Iste bu bu olaylar, daha sonralari, Constantinus'un da Hiristiyan oldugu ve o tarihte papa olarak seçilmis bulunan Saint Sylvestr'in Papaligini kabul ettigi yolunda bir rivayetin yayginlasmasina yol açti. Tarihen ispatlanmis olmayan bu hâdiseye, Papalik tarihçileri bir yenisini daha eklediler ve imparatorun, vasiyetnamesinde, Roma Imparatorlugnu Papa Saint Sylvestr'e hibe ettigini ileri sürdüler. Tarihen ispatlanmamis, hatta Imparatorlugu ogullari arasinda taksim etmis olmasi itibariyle tam aksi sabit olmus bulunan bu vasiyetnameden söyle bir netice çikarildi: Papa ruhanî otorite ve hükümranligini da Constantinus'un vasiyetnamesinden almakta, böylece sadece dinî bir baskan olmakla kalmayip, ayni zamanda Devlet baskani yetkisini de haiz bulunmaktadir. Bu iki sifati itibariyle, yani hem dinî lider hem de Roma Imparatoru varisi olarak, Papa Hiristiyan âleminde siyasî yetki sahibi olmak isteyen herkesin üstünde bir mevkie yükselmistir: bunun sonucu olarak, kral olan veya oldugunu iddia eden bir kimse, papa tarafindan taninmadikça, mesruiyet kazanamaz hale gelmis ve bu taninmanin önemli nisânesi de, krallik tacinin papa tarafindan giydirilmesi, yani kralin papanin önünde diz çökmesi olmustur. Bu olay, yani papanin ruhanî ve cismani otorite ve üstünlügü, çesitli krallarla papalar arasinda çekismelere yol açmis, bu ihtilâflardan bazan papa galip çikmis.

Canossa'da diz çöküp af diledi

Meselâ kilisenin otoritesisini tanimayan Alman Imparatoru Henri IV Papa Grégoire VII tarafindan afaroz edilince, birçok prens artik mesruiyetini kaybetmis olan imparatora karsi ayaklanmis ve imparator papanin bulundugu Canossa sehrindeki satoya gelip, günlerce yalvardiktan sonra, üzerinde çuvaldan bir elbise ve çiplak ayakla yollarda yürüyerek papanin önünde diz çöküp af dilemek zorunda kalmis, bazen de mücadeleyi kral kazanmis, mesela: Papa Bonifas VIII ruhban sinifina mensup olanlarin krala vergi vermelerini yasaklayip (1296 tarihli Clericis Laicos Emirnamesi), krallarin dahi papaya tâbi olduklarini ilân edince (1302 tarihli Unom Sanctom Emirnamesi), Fransa Krali Güzel Filip ordu göndererek papayi esir almis, bir yil sonra ölen Bonifos VIII'in yerine geçen Clément V'i da Avignon'da ikamete zorlamis, hatta Papa Clélement VI Avignon sehrini 80.000 florine satin almak mecburiyetinde kalmisti. Iste bu çekismeler ve devamli savaslar, aydinlari ikiye bölmüs,bir kismi papanin her iki hükümranligini kabul ettikleri halde, diger bazilari Constantinus'un vasiyetnamesinin gerçek olmadigini, olsa bile bir imparatorlugun bagislanmasinin hukuken geçerli bulunmadigini, imparator ve kralin otoritesini dogrudan dogruya Allah'tan aldigini, yoksa bu otoritenin papa tarafindan ona verilmis olmadigini ileri sürmüslerdir. Süphesiz ki aradan geçen zaman içerisinde "Milli Devlet" fikri de yol almakta, kralligin Allah'in inayetine ve ayni zamanda halkin iradesine dayandigi kabul edilmekte, o zamana kadar papalik ve kilise tarafindan yapilan egitim, evlenme ve defin gibi birçok kamu hizmetlerinin kralliklar tarafindan yerine getirilmesi istenmekte idi. Papaliga en büyük darbe Fransiz Ihtilali'nden Fransiz Ihtilâli papaligin cismanî hükümranligina en büyük darbeyi indirdi: Ruhban sinifinin bütün imtiyazlari kaldirildi, rahiplerin sahip olduklari araziye Cumhuriyetçe el kondu, okul açmak yetkisi sadece devlete tanindi, rahiplerin birer Fransiz vatandasi olarak devlete vergi ödemek zorunda olduklari ve hiçbir siyasî ve kazaî faaliyet icra edemeyecekleri ilân olunarak Kilise Mahkemeleri ilga olundu; hatta piskosposlarin papa tarafindan degil de Cumhuriyet tarafindan tâyin edilmeleri, diger rahiplerin ise hak tarafindan seçilmeleri, manastirlarin kapatilmasi, rahip ve rahibelerin evlenebilmeleri dahi kabul edildi. Sivil nikâh zorunlu kilindi, cenazeler de devlet tarafindan kaldirildi. Birinci Napolyon bazi haklari geri verdi ve imparator tacinin papa tarafindan kendisine giydirilmesini kabul etti ise de, son dakikada sabirsizlanarak taci papanin elinden alip kendi basina koydu. Ancak Paris'e gelirken, halkin yol boyunca papaya gösterdigi büyük sevgi, Napolyon'u tedirgin edince, papa, Roma'ya dönüsünü müteakip, onu esir edip kaçirtti ve Savona sehrine hapsetti. Napolyon'u afaroz eden Papa Pius VII, devamli baskilara dayanamayarak, imparatorun hazirladigi bir anlasmayi imza etti ise de, birkaç hafta sonra bundan rücu ettigini ilân etti.

Diger yandan Italya'da ilerleyen krallik ordulari, papaligin elinde kalan tek sehri olan Roma'yi kusatarak topa tuttu ve 20 Eylül 1870'te Roma'ya girdi. Bunun üzerine Vatikan'daki sarayina kapanan Papa Pius IX Italyan Krali Ikinci Victor Emanuel'i afaroz etti ve bu tutumunu ölünceye kadar sürdürdü.

Masonlarin payi çok büyük

Bütün bu olalarla Masonlarin payi çok büyük olmustur. Nitekim Roma surlarinda açilan ilk gedikten içeri girerken sehit olanlarin hatirasini tâziz için konulan tasta isimleri yazili olanlarin bir çogu Masondu. Bunun gibi Italyan Büyük Locasi da 20 Eylül tarihini Kurtulus Yildönümü olarak seçmis ve her yil kutlamistir.

Asirlar süren bu gelismeye attigimiz bu kisa nazar, batida lâiklik kavraminin geçirdigi gelismenin sebep ve mânâsini anlamaga yeterlidir: Devletin mesrû temelini papa'nin bir inayet, tercih veya tevcihine degil de, halkin hür ve serbest iradesine dayandirmak isteyenler, diger bir ifade ile egemenligin dini bir liderde degil de, kayitsiz sartsiz halkta olduguna inanlar için, papaligin iddia olunan cismani otoritesine son vermekten baska yol kalmamisti. Süphesiz ki mesele yalniz devletin mesrû temelinin tespiti ile bitmiyordu. Gerçekten papalik ve kilise sadece ruhbani bir yetkiye sahipse sivil hayatin hiç bir veçhesine de karisamazdi: çocuk ve gençleri devlet okutacak, nikâhi devlet kiyacak, fert kilisenin kanun ve emirlerine itaat edecek, bu kanun ve emirlerin mesrû olabilmeleri için kilisenin kanun ve emirlerine uygun olmalari sarti aranmayacak, yine fert devlet emrettigi zaman ona vergi verecek, devletin teskil ettigi ordu da, gerekirse papalik kuvvetlerine karsi dahi savasacakti. Iste batida lâiklik devlete bu imkânlari vermekte ve kilisenin bu hususlara karismamasina saglamayi hedef almakta idi.

Devletin görevi dinler arasinda tercih yapmamak

Buna karsilik münhasiran cismanî bir hükümranligi elinde tutan devletin, ruhanî otoriteye müdahalesi de düsünülemezdi: din ferdi ilgilendiren bir konu idi; devletin din mevzuunda resmî bir görüsü olamazdi. Bu itibarla devlet din hizmetlerinin yerine getirilmesine karisamaz, bu hizmetleri organize etmek isini deruhte edemezdi. Devletin bu sahadaki görev ve yetkisi ferdin kendi inandigi dinî vecibeleri serbestçe yerine getirmesini saglamak, isteyenin begendigi dinin icaplarina göre hareket etmesine imkân tanimak, baskasinin dinine karisilmasina engel olmak, din adamlarinin veya belirli bir dine mensup olanlarin o dinin emrettigi gibi giyinmelerine, hareket etmelerine, kendi dinlerine taraftar kazanmak maksadiyle propagandada bulunmalarina cevap vermek, dinler arasinda bir tercih yapmamak, hatta dinsizlik hürriyetini dahi tanimak, kimsenin dinî vecibelerini yerine getirmemesi sebebiyle tenkit ve muaahaze olunmasina imkân vermemek seklinde özetlenebilirdi.

Lâikligin batidaki bu anlamindan çesiti ülkelerde sapmalar olmamis degildir. Meselâ Italya, Ispanya ve Fransa'da, Devlet okullarinin yanibasinda, kilisenin de okul açmasina imkân taninmis, kilisede kilinan nikâhin devletçe taninmasi kabul edilmis, defin merasiminin yine ruhanî âyinle kilisede icrasi benimsenmis, hatta birçok anayasa ve kanun, meselâ halen yürürlükte olan Yunan Anayasasi, devletin resmî dininin Hiristiyanlik olup diger dinlere müsamaha edildigine dair hükümler ihtiva etmis, böylece dinler devletçe taninmis veya tolere edilmis olmak üzere adetâ ikiye ayrilarak devletin bu alanda bir "tercih" yaptigi dahi görülmüstür.

Masonluktan ihraç edilen Mason milletvekilleri

Lâiklik anlayisindan bir "sapma" olarak nitelendirilen bu davranislar XIX asrin sonlarinda Masonluk camiasinda bazi firtinalarin esmesine de yol açmamis degildir. Meselâ Italyan Parlementosunda kilisenin de okul açmasina izin veren bir kanunun kabul edilmesi üzerine, Italyan Büyük Locasi bu kanuna müspet oy vermis olan Mason milletvekillerinin Masonluktan ihraç edilmelerine karar vermistir.

Bununla beraber, bütün bu gelismeler sirasinda Avrupa Masonlugunun tâkip ettigi çizgiyi tespit etmek için, Katolik ülkelerdeki Masonlukla, Calvinizm, Anglikanizm, Luterianizm gibi mezheplerin hükümran oldugu ülkelerdeki Masonlugu ayirmak yerinde olur.

Katolik ülkelerdeki Masonlar, lâikligin yukarida açiklanan her iki anlamina sahip çikmislar, hatta bu yüzden, papa tarafindan afaroz edilmeyi dahi göze almislardir. Insanin her bakimdan hür olmasini isteyen Masonlar, bu hürriyetin en önemli vechesinin de vicdan hürriyeti oldugunu daima ileri sürmüsler, ruhban sinifina imtiyaz taninmasina, dinî vecibeleri yerine getirmeye sahislara karisilmasina, kilisenin siyasî bir güç olarak ortaya çikmasina, kamu hizmetlerinden bir kisminin kilise tarafindan yerine getirilmesine karsi çikmislar, dinî inanislari açisindan insanlar arasinda fark gözetilmesini lâiklige aykiri saymislardir.

Reformist olan ülkelerde ise, Masonlugun ortaya çikmasindan önce Katolik Kilisesi ile baglar kopmus oldugundan, Masonlar böyle bir mücadelenin içine girmek zorunda kalmamislar, aksine gerçek Masonlugun reformist bir ülkede kurulabilecegini, zira lâikligin-tam manasiyle- böyle bir memlekette bulunabilecegini ileri sürmüslerdir. Ancak bu ülkelerde de ters yönden dinî bir taassup hâkim olmus, baska din ve mezheplere karsi baski yapildigi görülmüstür.

Simdiye kadar lâikligin batidaki gelismesinden bahsetmis olmamiz sebebsiz degildir: Katolik Kilisesinin tutumu felsefî, hukukî ve siyasî bir kavram olarak lâikligi ortaya çikardigina göre, bu gelismenin tarihi sebeb ve seyrini gözden geçirmemiz sartti.

Ya bizde lâiklik nasil gelisti?

Memleketimize gelince, bizde lâiklik özellikle Ikinci Mesrutiyet zamanindaki batililasma hareketiyle baslar ve bilindigi gibi, Cumhuriyetin ilânindan bir müddet sonra hukukî bir müessese olarak anayasalarimiza ve kanunlarimiza girer. Ancak bizdeki tatbikatina ve bunun dogurdugu tartismalara geçmeden önce, Romalilarin "bütün ilimlerin anasi" adini taktiklari tarihe göz atmakta yine fayda vardir.

Islâm dini -bütün dinler gibi- kendisine inananlarin yasayis tarzlarini da düzenler, bir takim vecibeler, ibadet sekilleri ve yasaklar koyar. Esasen bir inanisi felsefi veya ahlakî bir akide olmaktan çikarip, bir "din" haline getiren bazi unsurlar vardir ki, bunlar da insan ve tabiat-üstü bir varligin, yoktan var edici veya düzenleyici bir kudretin mevcudiyetine inanmak, insanin bu varliga karsi bir takim mükellefiyetleri oldugunu kabul etmek, belirli yer ve zamanlarda ve yine belirli tarzlarda yerine getirilmesi gereken bazi ibadet sekillerinin bulunduguna inanmak ve öldükten sonra o üstün kudretin insan hakkinda hüküm verecegine kani olmak seklinde özetlenebilir. Süphesiz ki, bu ana prensiplerden baska, her din kendisine göre bazi dogmalar vaz ve bunlara tamamiyle inanilmasini emreder, hatta bunlarin tartisilmasini dahi yasaklar.

Islamiyet en müsamahali din. Ancak...

İslâm Dini, bu açidan, en müsamaha
li, tefsire en çok, hatta "kiyasi fukuha", yani fakihlerin, âlimlerin kiyas târikiyle hüküm koymalarina dahi cevaz veren bir din olmussa da, yine tartisilmaz bazi dogmalari, yerine getirilmesi mecburî bazi ibadet sekillerini ihtiva etmistir, ve baska türlüsü esasen düsünülemez. Ancak ilk Islâm devletlerinin kurulmasiyle birlikte, söyle bir durum da ortaya çikmistir: Hulefayî râsidin, yani Dört Halife zamaninda, dinî lider ayni zamanda devlet baskani idi, yani ruhanî hükümranlikla cismanî iktidar ayni sahista birlesmisti. Bu dönemden sonra ise, devlet baskanligini eline geçiren ayni zamanda halife oldu. Yani ilk dönemde bir sahis halife oldu ve bu durum Cumhuriyetle birlikte saltanatla haliflegin ayrilmasina kadar sürdü.

Bu böyle olunca Islâm âleminde teokratik bir düzenin hâkim oldugu süphesizdir. Ancak, özellikle Osmanlilarda, bu teokratik düzenin batida görülenden çok farkli oldugu müsahade olunmaktadir. Birkaç misal verelim.

Batida papaligin hâkimiyetini kabul ederek veya etmeyerek kurulan çesitli kralliklar, Katolik dininden her sapmayi en büyük suç sayarak daima siddetle bastirmak, dinden olmayanlara ise asla müsamaha etmemek hussunda birbirleriyle yarismislardir. Ispanya'da Yahudilere karsi zulümler had safhaya çikmis oldugu gibi, sekiz asirlik Arap hâkimiyeti sona erdigi zaman dinlerini yine de muhufaza etmis olan Ispanyollara, Arap ordusunun çekilmesinden sonra Ispanya'da kalmis olan Müslümanlari Hiristiyanlastirmak için 50 sene kâfi gelmisti. Bugün Aldomar soyadini tasiyan Ispanyollarin esas adlarinin Ömer oldugu bilinmektedir. Keza Güney Fransa'da Albigeois hareketi baslayinca, önce papalik sonra Fransiz Kralligi, Katolik Kilisesinin ögretisinden önemsiz bir kaç noktada ayrilan bu bölge halki üzerine ordular göndererek, feci iskencelere tâbi tuttuklari bu halkin kilise hâkimiyetini kabul etmelerini saglamislar, daha sonra yine Fransa'da dualari Lâtince degil de Fransizca okumak isteyen Huguenot'lar, Saint Barthélemy gecesinde tuzaga düsürülerek katledilmislerdi. Ayni hareketleri Protestan Almanya'da Yahudi Katoliklere, hatta pazar günleri kiliseye gitmeyen kimselere karsi da gösterilmis, Ingiltere'de ise Püritenlerin taassubu meshur olmustur.

Zorla din degistirtmek günah

Islâm'da ise durum söyle gelismistir: Baska dinden olan kimse, zimmet akdini yaparsa, yani bir cizye vermeyi ve Müslümanlarla savasmamayi kabul ederse, darülislâmda oturmak, ticaret yapmak ve dinini muhafaza etmek imkânina sahip olurdu. Ona kimse dokunmaz, özellikle dinini degistirmege icbar edemezdi. Esasen bir kimseye zorla din degistirmek günahtir, çünkü Allah bir kimsenin hak dinine gelmesini istemisse, nasil olsa Allah'in arzusu bir gün yerine gelecek, yani o sahis Müslüman olacaktir. Onu zorla Müslüman yapmak, Allah'in isine müdahale etmek, Allah'in Islâmlastirmak istemedigi bir kimsenin Müslüman olmasina yol açmak olur. Islâm âleminde çesitli ve çok kere savaslara yol açan ihtilâflarin ekserisi ise siyasî sebeble ortaya çikmis, Ali ve ogullari bu yüzden öldürülmüstü. Bu itibarla batida görüldügü vechile ve o manada teokratik bir düzen, Islâm âleminin meçhulüdür.

Bundan baska, Osmanli Imparatorlugunda da bu mânâda -yani Seritata tamamiyle sadik kalan ve baska dinden onlari tolere etmeyen- bir teokrasi câri olmamistir. Bunun için de bazi misâller verelim. Bilindigi gibi bazi suç ve cezalar Kur'an'da yer alir ve bu suçlar islendigi zaman Kur'an'in hükmü, yani seriat yerine getirilip, Kur'an'da görülen cezalar tatbik etmek zarurî olur.

Fatih Kanunnamesi'nde farkli yorum

Bu suçlardan biri de zinadir ve cezasi da recimdir. Halbuki Fatih Kanunnamesine göre zina eden kadina verilecek ceza dayak cezasidir: Kadin evli ise degnek adedi artar. Ancak kadin veya onun yerine bir baskasi bir degnek karsiliginda iki akçe ödeyecek olursa, ceza "cerime"ye, yani para cezasina dönüsür. Dikkat edilmelidir ki, hüküm, ayni zamanda Halife olan Kanuni Sultan Süleyman'in Kanunnamesinde de tekrarlanmistir. Ikinci misâl de sudur. Kanunî devrinde Ramazan'da kahvede santranç oynayan iki gence bir softa hakaret ederek, ibadet yerine oyun oynadiklari için kâfir olduklarini söyler ve kadiya sikâyet eder. Kadi ne yapacagini bilemez ve durumu Seyhülislâm Ebussuut Efendi'den sorar. Ebussuut Efendi'nin cevabi söyledir: "Bu durumda olan sahislari mülâyim bir tarzda ikaz etmek yerinde ise de, bir Müslümana kâfir demek asla caiz degildir. Asil bunu söyleyen küfür etmis, yani kâfir olmus ve karisi bos düsmüstür. Bu itibarla onun tecdidi imân ve tecdidi nikâh etmesi vâciptir". Böyle bir hosgörüyü, cumartesi günü isik yakmayanlari iskenceye tâbi tutan, engizisyon mahkemeli batida bulmak imkânsizdir.

Üçüncü misâli Fatih Veziriâzâmi Mahmut Pasa tarafindan 1463 tarihinde Franko Bobaniç adinda bir gayrimüslime verilen su Il-cân Mektubu'nda görmekteyiz. Mektup aynen söyledir: "Bâis-i tahrir-i kitâp ve müceb-i tastiri hitap oldur ki, çün dârende-i mektup Franko Bobaniç, Dubrovnik'ten çikip Hazreti hilâfetpenahî Sultanül-guzât ve I-mucahidin-halledet hilâfetuhu'ming-Novarbarda'dagi hasslarina gelüp mütemekkin olmag içün il-cân mektubun taleb eyledi.

Biz dahi bu hükmü virdük ki tereddüt çekmeyüp ta'allûkâtiyle ve etbâ ve esyâ'iyle gelüp mezkûr hâsslarda otura. Anda sâkin olan sâyir re'âyâ nice ise ol dahi karar üzere olup asûde ve müreffehu'l-hâl ola. Hiç ferd, efrâdi âfirîden anga mâni' olup bi-vechin el-vücûh malina ve ta'allukâtina ve esbâbina ve nefsine ta'arruz degürmeye ve despot zamâninda vâki' olan kazayasi ihmal olunup sorulmaya.

Söyle bileler, bitiyi mütala'a kilanlar tahkik bilûp i'timad kilalar. Tahriren fî evyii cemâzîy'il-evvel, sene sem'a ve sittîn ve semâ-miye,
Be-makâm-i
Konstantiniyye"
Derkenar olarak yazilan satih'ta -yani serhte- de söyle denilmektedir: "fi'cümle ma'denlerde otura ve gayri yirde otura. Ve pâdisâhung memâllik-i mahrusesinde yörüyüp satt bâzr ve muamele ide. Hiç kimse ser'a ve örfe muhafil te'addi itmeye. Söyle bileler".

Naksidil Sultan'in öyküsü

Ayni dönemde, Hiristiyan batinin herhangi bir ülkeside bir Müslümana ülkeye gelip huzur içinde oturmak, istedigi yer gitmek, diledigi sekilde ticaret yapmak yetkisinin tanindigina, bu yetkinin bütün akraba ve hizmetkârlarina da tesmil edildigine dair bir örnege tesadüf edilebilecegini zannetmiyoruz.

Nihayet son bir misal daha verelim, 1. Abdülhamit'in son zevcesi Naksidil Sultanin esas adi Aimée Dubuce de Riverie idi. Kendisi Martinik'li bir créole yani melez olup, sonralari Fransiz imparatoriçesi olan Josephine Bonaparte'in teyzesinin kizi idi. Fransa'dan Martinik'e gemi ile dönerken Cezayirli korsanlar tarafindan gemi yagma edilmis ve Aimée kaçirilarak Osmanli Sarayina takdim edilmisti. Burada Naksidil adi verilen Fransiz kizi Padisahla evlenmis ve dördüncü kadinefendi olmustur. Birinci Abdülhamid'in iki oglu vardi: biri ikinci zevcesi Sineperver'den dogan ve sonra IV Mustafa olarak bir aralik tahta çikacak olan Mustafa ve digeri de Provensal Kadin diye anilan üçüncü zevcesinden olup, Üçüncü Selim'in katli üzerinde Ikinci Mahmut unvani ile tahta çikacak olan Mahmut'tur. Mahmut'un annesi öldügü zaman Abdülhamit 4 yasindaki bu çocugun bakimi ile Naksidil'i görevlendirir ve Naksidil Mahmut'a analik eder, onu evlât edinir, onu Sinerperver Sultan tarafindan verilen zehirden ve yaklasan Alemdar Mustafa Pasa'dan evvel davranip Üçüncü Selim'i katlettikten sonra veliaht Mahmut'da öldürmek için sarayi altüst eden yeniçerilerin elinden kurtarir. Mahmut'a Fransizca ögretir ve bu Padisah zamaninda baslayan batililasma hareketinin esas mürevvici olur. Napolyon'un bir tablosunu yapan Fransiz ressam Berthaux'yu Istanbul'a davet eder ve bu ressam Sultan Mahmut'un at üstündeki meshur tablosunu yapar. Sultan Mahmut da nâdir evlâdin gerçek anasini sevdiginden çok daha fazla Naksidil Sultan'a baglandi.

Rahiplerin günlügünden

Naksidil Sultan 48 yasinda veremden Topkapi Sarayi'nda ölür. Simdi bu ölüm sahnesini Istanbul'daki Capucins Rahiplerinin günlügünden (Cilt V sah. 399) aynen okuyalim.

"1817 kasiminin bir gecesi idi. Istanbul'daki capucin manastirinin basrahibi, Peder Chrysostome, hücresine çekilmis, salibin karsisinda diz çökmüstü. Evleri yalayan siddetli rüzgâr sebebiyle gicirdamalar ve korku verici iniltiler duyulmakta idi. Bogaz'dan gelen Karadeniz rüzgârlari, firtina getirmisti.

Peder Chrysostome, manastirin kapisina siddetle ve defalarca vuruldugunu duydu; biraz sonra kapici rahip, benzi uçmus ve titreyerek içeri girdi: arkasinda iki yeniçeri bulunmakta idi. Bunlardan biri basrahibe yaklasarak bir ferman uzatti. Muhterem Peder sasirarak bunu okudu ve derhal kiliseye kosarak orada bir dakika kaldi, sora iki yeniçeri ile birlikte Pera rihtimina vardi. Üçü birden onlari bekleyen oniki çifteli bir kayiga bindiler. Kayik derhal uzaklasti ve gecenin karanliginda gözden kayboldu.

Naksidl'in son anlari

Ayni ânda zengin renklerle dekore edilmis, sahane halilarla dösenmis odasinda, bir kadin müthis sancilar içinde kivranmakta idi. Elli yaslarinda görünmekle beraber, çok güzel oldugu ve gayet ince hatlara malik oldugu göze çarpmakta idi. Zayif ve sararmis kadinin son demlerini yasadigi anlasilmakta idi. Tavandan sarkan bir lamba ile pembe mumlarin yanmakta oldugu samdanlar bu sessiz odada olan bitenlerin görülmesine imkân vermekte idi. Yatagin yaninda Rumlar gibi giyinmis bir doktor sik sik hastanin nabzini yoklamakta, kapinin yanindaki paravanin arkasindaki zenci halayiklar, verilen emirleri yerine getirmege hazir bir vaziyette ayakta durmakta idiler.

Biraz ötede bir adam çok büyük bir üzüntüye garkedilmis sekilde oturmakta idi. Otuz yaslarinda vardi. Boyu ortadan uzundu. Alni yüksek ve asil, emretma aliskanliginin okundugu gözleri çehresine vakâr ve hâkim bir ifade vermekte idi. Kiyafeti basit fakat nâdir bir zarafette idi. Zaptedemedigi hiçkirik ve iniltileri, çektigi iztirabi ve aciyi açiga vurmakta idi.

Kapinin disinda hafif bir gürültü isitildigi zaman geceyarisini geçmisti. Bir zenci yaklasarak ve yerlere kadar egilerek "Disardan içeri gelsin mi?" diye sordu.

"Atalarinizin dininde ölmek istediniz..."

Hükümdar içeri alinmasini isaret etti. Bunun üzerine yeniçerilerin getirdikleri Peder Chrysostome odaya girdi. Bu bölgelerde herkesin kendisine itaat ettigi sahis, bir el isaretiyle odada bulunanlari disari çikartti ve hastaya yaklasarak söyle dedi: "Validem, atalarinizin dininde ölmek istediniz. Arzunuz yerine gelsin: Iste katolik bir rahip".

Bu sözleri söyledikten sonra, hükümdar disari çikti. Bir saat boyunca, iyi capucin rahibi, hastanin üzerine egilerek, ona günah çikartti. Agliyordu. Hasta da aglamakta idi. Sonra, hükümdar annesinin yatagina yaklasinca, rahip mukaddes güllaci basinin üzerine kaldirdi ve ölmekte olan hastanin dudaklari arasina koydu. Bu en son ânda, bu duygulandirici sahnenin hasmetli ve tek sahidi yere kapanip "Allah" diyerek secdeye vardi.

Bu sirada Peder Chrysostome'un kaçirildigi hemen duyulmus ve Istanbul frenk mahallesinde çabucak yayilmisti. Sabahin erken saatlerinden itibaren Pera ve Galata'da herkesin kendine göre yorumladigi bu esrarengiz kaybolustan baska bir sey konusulmaz olmustu. Bazilari iyi din adaminin Yedikule zindanina kapatildigini, diger bazilari ise, daha ileri giderek, trajik bir sekilde öldügünü söylüyorlardi. Hakikati ögrenmekte sabirsizlanan bazilari ise manastira geldiler. Fakat büyük bir sürprizle karsilastilar: Basrahibi kilisede mihrabin alt basamaginda yüzükoyun yere kapanmis dua ederken buldular.

Bugün Fatih Camii'nin avlusunda yatiyor

Allahla basbasa, etrafinda olup bitenlerin farkina dahi varamayan Peder Chrysostome, gözlerinden yaslar dökülürken ve alni terden sirilsiklam geceleyin ölmüs olan Valide Sultanin ruhu için dua ediyordu" Halen Fatih Câminin, avlusunda kendi yaptirdigi türbede yatan Naksidil Sultanin mezar tasina Sadik mahlasi altinda, Sultan Mahmut sü kitâbeyi yazdirmistir:

"Günes mizaçli, saf ve asîl
Basit hasmeti ile Sarki fethetti
Onun sayesinde tabiat canlandi
Büyüklügü ve her yana yayilan Sani
Memleti bir gül bahçesine çevirdi
Çiçekler onunla mutlu oldu
Ve hatirasini daima yâd edeceklerdir.
Cihan Hükümdari Mahmudu Sâni
Onun sevgisi ile mesbu idi
Ve Muhterem Validesi Naksidil'in hasmetli basina
Dualarla topragi birlikte koydu.
Ben Sadik kanli yaslar dökerek
Tarihini düsüyorum."

Bu dramatik ölümün tarihi Hicrî 1233, milâdi 1817 dir ve ayni yil, bazi tablolari dolayisiyle, ünlü ressam Goya Ispanya'da Engizisyon Mahkemesi huzurunda hesap vermek ve ülkesini terketmek zorunda kalmaktadir.

Osmanlilar bugünkü anlamiyla lâik degildi

Ancak, bütün bunlardan Osmanli Imparatorlugunun, bugünkü anlami ile, lâik bir Devlet oldugnu sonucunu çikarmak hatali olur. Devletin dinî hizmetleri organize ettigi, Devlet Baskaninin ayni zamanda dinî lider oldugu, özellikle Müslümanlar arasindaki hukukî münasebet ve ihtilâflarin dinî kaidelere, yani Seriata göre bir çözüme baglandigi, padisahin Seriattan aldigi yetki ile, yani tâzir hakkinda istinaden, diledigini cezalandirdigi bir düzenin lâik oldugunu söylemek imkânsizdir.

Bununla beraber, imparatorlugun gerileme döneminde iki fikrin mücadele ettigi göze çarpmaktadir: Bazilari -meselâ Kabakçi Mustafa isyaninda ve 31 Mart ayaklanmasinda oldugu gibi- her gerilemenin dinden ayrilmis olmaktan kaynaklandigini ileri sürmüsler, diger bazilari -meselâ Tanzimatçilar ve Ittihatçilar- geri kalmanin sebebi yeterince batililasma olmamakta görmüslerdir.

Atatürk'ün tek hedefi lâiklik

Cumhuriyetin kabulünü müteakip, Atatürk'ün baslattigi inkilâplarin tek hedefinin Türkiye'de lâikligin yerlestirilmesi oldugunu, söylemekte hata yoktur. Gerçekten basa giyilen serpusa dinî bir mânâ izafe edildigi, yani Müslüman olanla olmayan bu serpusa göre ayrildigi içindir ki, Sapka Iksasi Hakkinda Kanun kabul edilmis, aile, miras ve özel hukuk münasebetlerini ser'i hükümlerden arindirmak maksadiyledir ki, Medenî Kanun yayinlanmis, hafta tatili cumadan pazara getirilmis, takvim, tarti, saat ve ölçü birimleri ayni gerekçe ile degistirilmistir. Ancak en anlamli degisiklik harf inkilâbi olmustur. Gerçekten Kuran'i Kerim dogrudan dogruya Allah'tan nâzil oldugu cihetle, yalniz muhteva itibariyle degil, sekil itibariyle de mukaddestir. Bu itibarla, bir anlayisa göre, Kur'an'i baska dile çevirmek ne kadar caiz degilse, Arapça olarak fakat baska alfabe ile yazmak da o derece caiz degildir. Bu itibarla Arap harflerini yasaklamak, bazi çevrelerce dine aykiri davranis sayilmistir. Halbuki Harf Inkilâbi, Arapçanin degil, Türkçenin Lâtin harfleriyle yazilmasi maksadini gütmekte di. Demek oluyordu ki Atatürk Inkilâplari demek dahi dogru degildir: Atatürk'ün bir tek inkilâbi olmustur, o da lâikliktir; diger bütün reformlar, adetâ bir mozaigin parçalari gibi, bu büyük inkilâbin degisik veçhelerini teskil etmislerdir.

Lâiklige saldirilar

Ancak çok geçmeden, lâikligin anlami üzerinde tartismalar bizde de basladi. Bir taraftan lâikligin dinsizlik oldugu, ayni zamanda dinî lider olmayan bir devlet baskanina itaat edilemeyecegi, Islâmi kaidelere göre yönetilmeyen bir ülkede yasayanlarin büyük çogunlugu Müslüman olsa bile o ülkenin darül-islâm olmayip bir darül-harp oldugu fikirleri yayilmaya baslandi. Diger yandan dinî vecibeleri yerine getirmek, bir yerde toplanip dua etmek, dinin icaplarini ögretmek ve icaplara uygun bir tarzda yasamak, Arap harflerini ögrenmek ve ögretmek lâiklige aykiri hareketler sayilarak bazen cezalandirildi, çok kere de bu gibi kimseler rencide, hatta istiskal edilerek teshir olundu. Bir taraftan "din elden gidiyor" denirken öte yandan "irtica hotladi, inkilâplar elden gidiyor" denildi.

Türk Masonlugu Atatürk'ün yaninda

Türkiye Masonlari, lâiklik konusunda öteden beri Atatürk, inkilâplarinin yaninda yer aldilar ve batidaki Masonlarin çizgisinden ayrildilar. Çünkü Masonluk dini asla inkâr etmez, zira yoktan var edici, hiç olmazsa baslangiçtaki kaosu düzenleyici tabiat-üstü bir kudretin varligina inanmayi ilk ve vazgeçilmez sart sayar. Ancak Masonluk din problemini tek basina degil de, insan hak ve hürriyetleri probleminin bir parçasi olarak mütalaâ eder. Masonluga göre bir dine inanip inanmamakta, o dinin icaplarini yerine getirip getirmemekte serbest olmayan, yani vicdan hürriyetine malik bulunmayan insan hür olamaz. Madem ki Masonluk hür insan yaratmak ister ve en büyük nimetin hürriyet olduguna inanir, su halde vicdan hürriyetine de inanir. Bu inanista din tamamiyle ferdî alanda kalan, fertle inandigi Allah arasindaki münasebetlere iliskin bulunan bir olaydir. Bu olay karsisinda Devletin biri menfî digeri müspet iki tutumu olabilir: menfiî tutum kimsenin dinine, dinî inanislarina karismamak, dinî icaplarin serbestçe yerine getirilmesine engel olmamak: müspet tutum ise dine yapilacak müdaheleleri, dinî hislere vuku bulacak saldirilari önlemek ve gerekiyorsa cezalandirmaktir.

Bununla beraber dinin icaplarini yerine getirmek, baskalarinin haklarina tecavüze, umumun sükun ve huzurunun bozulmasina yol açiyorsa, meselâ bir dinin mensuplari ibadet yerlerinin disinda bir takim toplantilar, gösteri yürüyüsleri yapiyorlarsa, devlet buna müdahale edebilir ve böyle bir müdahale vicdan hürriyetini ihlâl anlamina gelmez. Gerçekten bütün hürriyetler gibi vicdan hürriyetinin de bir siniri vardir ve bu sinir da baskalarinin hak ve hürriyetlerinin basladigi yerden ibarettir. Devlet bu sinir içinde vicdan hürriyetinin serbestçe icrasini temin eder; bu sinir asilinca baskalarinin, toplumun hatta devletin haklarini korumak da devletin görevi oldugu için, sinirin asilmamasina nezaret eder.

Masonluk bir denge sistemidir

Bu sebepledir ki, umumî yerlerde izinsiz dinî toplantilar yapmakla bu gibi yerlerde dinî nahiyette olmayan izinsiz toplantilar yapmak arasinda fark gözetilemez. Umuma açik yerlerde yapilan izinsiz bir gösteri, nümayis, toplanti ve yürüyüs karsisinda devletin takinacagi tavir bunlarin dini mahiyette olup olmamalarina göre degisemez ve devlete ancak böyle davranmakta hem vicdan hürriyetine hem de lâiklik prensiplerine saygili oldugunu ispatlamis olur.

Buna karsilik dinî organisazyonlarin da devlete karsi bazi vecibeeri vardir, o da devletin tasarruflarina müdahele etmemek, bu tasarruflarin dinî akide ve prensiplere aykiri olsa bile devletin koydugu kaidelere uygun bir sekilde yönetilmesi yolunda bir talepte bulunmamaktir. Esasen sirf ferdi ilgilendiren, sirf fertle Allah arasindaki münasebetlere iliskin bulunan dinin, devlet isine karismasi, fertle devlet arasindaki münasebetleri de düzenlemege kalkismasi, dinin bu ferdî alandan çikmasina, politik bir veçhe iktisap etmesine yol açar ki, vicdan hürriyetine aykiri düser.

Masonluk bir denge sistemi olduguna ve din sirf ferdî alanda kaldigi sürece bu denge muhafaza edilebilecegine göre, devletin dine karismamasi, dinin de devletin belirli bir dinin icaplarina uygun bir tarzda yönetilmesini talep etmemesi halinde bu denge kurulabilir: Dindar olan bir kimse, dinin gereklerine uygun hareket etmeyen bir sahsi bu icaplara uymaya zorlayacak veya devletin böyle bir zorlama yapmasini isteyecek olursa, Masonlar da ona "mürteci" der ve bu gibi müdaheleleri lâiklige aykiri sayar; buna karsilik bir kimse dinî vecibelerini yerine getiren, belirli bir dinin akidelerine uygun bir tarzda yasayan bir sahsi bu vecibelerini yerine getirmemege, baska türlü davranmaga zorlayacak ya da devletin böyle bir zorlama yapmasini isteyecek olursa, Masonlar ona da "mürteci" der ve bu gibi müdahaleleri vicdan hürriyetine aykiri addeder.

Bu dengenin gözetilmesi ve titizlikle korunmasi halindedir ki, bir ülkede gerçek din ve vicdan hürriyeti teessüs edebilir: Masonik kitap ve etütleri ile hakli bir üne kavusmus olan Amerikali Masonlardan Henry C. Clausen Kardes'in dedigi gibi, Masonluk din adamlarinin istibdadina oldugu kadar, din aleyhtarlarinin istibdadina da karsidir.